12 Eylül 1980’de “Bayrak Harekâtı” adıyla Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yönetimine el koymuştur. 1980 yılında Türkiye’de gerçekleşen darbeyle popülist siyaset sona ermiştir. Sivil toplum kavramı etkinleşmiştir. Askeri darbelerden ve yoğun yaşanan ekonomik krizden bunalan toplum içinde ciddi şiddet eylemleri meydana gelmiştir. 1980 yılında başbakanlık müsteşarlığı görevine getirilen Turgut Özal, ekonomiyi yeni-liberal piyasaya uyarlamak ve ülkeyi krizden kurtarmak için 24 Ocak Kararları’nı hazırlamıştır. “Türkiye’de anti-kapitalist sosyalist mücadeleler oldukça önemli mevziler elde etmeye ve toplumsallaşmaya başlamıştır. Sermayenin krizi aynı zamanda toplumsal kriz olarak açığa çıktığı ölçüde, sermayenin talepleri doğrultusunda devlet iktidarı düzeni sağlama yönünde sürece müdahale etmiştir. Müdahale; maddi yeniden üretim için sermayenin yeniden yapılanmasını sağlayacak ünlü 24 Ocak Kararları ile bu kararları hayata geçirecek askeri darbe ile gerçekleşmiştir. Askeri darbe devletin tüm baskıcı işlevlerini etkin hâle getirerek toplumsal düzeyde düzen ilkesini harekete geçirirken, diğer yandan sermaye için uygun bir ortamın sağlanması için düzenekler oluşturmuştur. Bu düzenekler kapitalizmin yapısal özelliklerinin zaman içinde hızlanarak biçimlenmesine neden olmuştur (Ercan; 2008).

Alınan bu kararlar halk için yaşamı daha zor hâle getirmiş; ekonomik krizin boğucu hâle gelmesiyle kutuplaşma ve ideolojik ayrılıklar 1960 ile 70’li yıllarda yaşanan olaylardan daha ağır bir şekilde ortaya çıkmıştır. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik Konseyi tarafından yeni bir hükümet kurulmuştur. Kurulan hükümet yaşanan bu kasvetli zamanların 1961 anayasasından kaynaklandığını, toplumun içinde bulunduğu aşırı siyasi kutuplaşmanın yeni bir anayasa ile çözüme kavuşabileceğini belirtmiştir. Darbe süreci ve askeri yönetim, siyasal zeminde yaşanan kaosu büyük oranda azaltmış gibi görünse de ülke tarihi açısından bakıldığında ağır bedeller ödenmiştir.
1982 anayasası ile birlikte birey, toplum ve hükümet arasındaki ilişkiler daha baskıcı bir hâle getirilmiştir. Siyaset ve toplum arasına sert bir duvar çekilmiştir. Sansür; gençliği ve toplumu korumak adına kurumsallaştırılmış, böylelikle fikir ve sanat eserlerinin yasaklanabileceği bir zemin hazırlanmıştır. 1982 anayasası halk oyuna sunulmuş, çoğunluk “evet” demiş ve Kenan Evren Cumhurbaşkanı olmuştur. 1983 yılında seçimler yeniden yapılmış ve Turgut Özal’ın partisi seçimleri kazanmıştır. Özal hükümeti hem demokrasiye hem de sıkı yönetime paralel hareket etmiştir. Bir taraftan demokrasi iyileştirilirken, bir taraftan da özgürlüğü kısıtlayıcı kararlar alınmıştır. Birçok yayım imha edilmiş, birçok gazeteci ve düşünür yargılanmıştır. Siyasal yasaklar devam etmiştir.
Özal döneminin en büyük farklarından bir tanesi, ülkenin iletişim anlamında çeşitlenmesi ve gelişmesidir. TRT renkli yayına başlamış, TRT 2, TRT 3 ve GAP televizyon kanalları açılmıştır. 1989 yılında Türkiye’nin ilk özel kanalı Star 1’in açılmasıyla birlikte medya sektörü, baskıcı bir basın siyasetine karşı oldukça dinamik bir hâle getirilmiştir.
Özal döneminde tüketime dayalı oluşturulan liberal siyasetin denetleyici kurallarının olmaması yoksulun daha çok yoksullaşmasına, zenginin daha çok zenginleşmesine yol açmıştır. Yine bu hükümet döneminde din ve devlet işlerini birbirinden tam olarak ayıran “laiklik” kavramı geri planda kalmış, din olgusu siyasallaşmıştır. Hükümetin bu tavrı zamanla ülkeyi bulanık bir ortama sürüklemiş, PKK, Kürt sorunu, faili meçhul cinayetler, ekonomik kriz yaşanmaya başlamış ve halk arasında darbe endişesi yeniden ortaya çıkmıştır. 12 Eylül döneminde toplum, bir yandan askeri darbe ve dayatmaları ile sınırlandırılmışken diğer yandan özgürlüğe dayalı bir kültür siyaset yapılanması içinde bulunmuştur. Türkiye, hem susturulmuş hem de sürekli konuşması için kışkırtılan bir dönemin içine girmiştir. Küreselleşen kapitalizmin içine sürüklenen Türkiye; pop müzik, giyim, fast-food, hızlıca çoğalan AVM’ler, baskıcı bir rejim ve arabesk içine hapsolmuş; hızlı tüketimle birlikte kültürel bir yoksunluk içine girmiştir.
Baskıcı ve denetleyici bir yapıya sahip olan devlet, sanatı kontrol altında tutarken özel sektörü bu alanda serbest bırakmıştır. Galeriler, yayınlar, sergiler çoğalmış plastik sanatlar alanında pek çok gelişme kaydedilmiştir. Özel sektörün daha serbest olması sanatın kâr getiren bir yapıya dönüşmesi, sanatçıların maddi olarak özgürleşmesine ve devlete olan ihtiyaçlarının azalmasına sebep olmuştur. Sanat; bu dönemde uluslararası bir yol yakalamış, daha özgür bir alan içine girmiştir.
Ağır ve sert bir anlayışa sahip olan 1980 dönemi, sanatın önünde bir direniş yolu açarak; biçim ve teknik olarak gelişmesine katkı sağlamıştır. “Sanat, tuval ve kağıt gibi malzemelerin üstüne yapılır” inancı uzun bir süre daha geçerliliğini koruyacak olsa da içerikte yeni konu arayışları, kavramsal ve simgesel yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.
Altan Gürman, Füsun Onur, Sarkis, Nil Yalter gibi sanatçılar; sanatlarıyla biçimleriyle sınırlandırılmış olandan kaçmış, baskı düzenini eleştirmeye başlamış, yapıtları aracılığı ile yaşadıkları dünya ile daha anlamlı bir bağ kurmak istemişlerdir. Altan Gürman, araştırmacı ve yenilikçi kimliğiyle Türkiye’de kavramsal sanatın öncü isimlerinden biri olmuştur. Bürokrasi ve militarizmi eleştirmiş, bilinen malzemenin dışına çıkmış; keserek, yapıştırarak, hazır malzemeler kullanarak dekupajlar ve montajlar yapmıştır.


Kalıpların içinde sıkışmış Türkiye’de; Yüksel Arslan, Abidin Dino, Bedri Baykam, Mehmet Güleryüz, Turan Aksoy, Vahap Avşar gibi sanatçılar, sanat ve siyaset arasına sınır çekmemiş; siyasal, toplumsal ve bireysel ideolejileri görselleştirmekten kaçınmamışlardır.
Yüksel Arslan modernist estetiği sorgulamış, yaşadığı, okuduğu ve gördüğü olayları yazıp görselleştirmeyi seçmiştir. Bedri Baykam siyasi alanda Kemalist yaklaşımı benimsemiş; 1980 sonrası yaptığı sanat eserleri ve kaleme aldığı yazılarıyla aktif olarak sanat ile siyaset arasındaki ilişkiyi sürdürmüştür.


1980’ler Türkiye’sinde sanat anlayışı, resim ve heykel eğitimini merkezine almıştır. Eğitimin içeriğinde konunun bir bahaneden ibaret olduğu söylenmiş; üretilen eserlerde biçim ve tekniğin doğru olmasına vurgu yapılmıştır. Sanatın içinde, siyasal kavramlar ve ideolojik yorumlamalara yer verilmemesi istenmiştir.
1968 ve sonrasında yaşanan acı olayların gölgesinde devlet siyasetinin içine sıkışan sanat, baskı ve denetimlere rağmen; bienaller, özel galeriler gibi faktörlerle içinde bulunduğu bu durumdan çıkmaya niyetlenmiş ve bunu zaman içinde başarmıştır. Farklı görüşler; bir bütün içinde değerlendirilememiş ve sanat ile siyaset içinde kutuplaşmalar meydana gelmiştir. Sağ görüşlü çevreler milliyetçilik ve dincilik olgusu üzerinde buluşurken; sol çevreler sosyalizm ve komünizm olgularında birleşmişlerdir. Liberal sol diyebileceğimiz bir kesim, darbeye, baskıya, gericiliğe karşı durmuş; darbenin getirisi olan piyasa ekonomisinin sanat ortamını canlandırdığını düşünmüş ve bu sürece “Hayır” dememiştir.
Bu dönemde yeni liberal ekonomi siyaseti toplumun her köşesini sarmıştır. Sanat ortamları, sanat okulları, galeriler, müzeler çoğalmıştır. Çağdaş Türk Sanatı adına önemli girişimler ve gelişmeler yaşanmıştır. “YÖK kurulmuş ve bilinen 3 kurum dışında (İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu, Gazi Eğitim Enstitüsü, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi) yeni yüksek öğrenim kurumları açılmıştır (Yılmaz; 2015: 86)”. Bu sistem içerisinde devletin sanata yönelik ilgisi giderek ortadan kaybolmuştur. Sanat, büyük holdingler, bankalar gibi kurumlardan beslenmeye başlamış ve giderek burjuvazi egemenliği altına girmiştir. Büyük sanat vakıfları kurulmuş, ulusal resim yarışmaları düzenlenmiştir. Türkiye, cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte tüm öğrencileri laik, özgür, halkçı ve çalışkan vatandaşlar hâline getirmeyi geleceğin teminatı olarak görmüştür. Bu cumhuriyet idealleri tüm öğrenim kurumlarında uygulanmış, devlet “baba” rolüne bürünmüştür.
1980’lerin sonlarına kadar neredeyse tüm hükümetler cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine bağlı kalmışlar, sonraki yıllar içinde ise çeşitli nedenlerle değişen algı bilinen ideolojinin kırılmasına, yön değiştirmesine sebep olmuştur. Türkiye’de eğitim sistemi, 1980’li yıllara kadar genç kitleyi, modern, vatana millete hayırlı, geleceğe yön verebilecek nitelikte yetiştirmeyi hedeflemiştir. Bu dikta misyon, bazı durumlarda hedefinden sapmıştır. 1960 ve 1970’li yıllar boyunca sağ ve sol siyasetinde karşı karşıya gelen öğrenciler arasında büyük çatışmalar çıkmıştır.
12 Mart 1971 askeri müdahalesinin en temel nedeni öğrenciler arasında siyaset nedeniyle yaşanan silahlı çatışmalar olmuştur. Bazı genç gruplar “Tam Bağımsız Türkiye” ideolojisini benimsemiş; sosyalist bir devrim gerçekleştirmek istemiştir. Bazıları da, ülkücülük ideolojisini benimsemiş, solcuları sindirmek üzere örgütlenmiştir. Diğer bir grup ise, Erbakan ideolojisini benimsemiştir. Öğrenciler arasında çıkan silahlı çatışmaların durdurulması, eğitim sisteminin yeniden tasarlanması 1980 darbesinin başlıca bahanelerinden olmuştur.
Eğitim sistemi, çağdaş bir içerikle devlet kurumuna hizmet etmelidir anlayışını benimseyen darbe hükümeti, bu savla yüksek öğrenim kurumlarını yeniden yapılandırmaya başlamıştır. Tüm yüksek öğretim kurumları YÖK’e bağlanmıştır. YÖK bu eğitim kurumlarını denetleyebilecek, rektör ve dekan gibi akademik yöneticileri belirleyip atayabilecek güce erişmiştir. YÖK, ayrıca ders programları içeriğinde düzenleme yoluna gitmiş; Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Türkçe gibi derslerin program içeriğinde özellikle yer almasını istemiştir.
1980 öncesinde güzel sanatlar eğitimi alacak öğrenciler, kurumun kendi belirlediği yöntemlere göre sınava girerken; 1980 sonrasında YÖK’ün aldığı yeni kararla ÖSYM (Öğrenci Seçme Yerleştirme Merkezi) sınavına girmeleri ve belirlenen taban puanı alıp sonrasında ise özel yetenek sınavına girmeleri zorunlu hâle getirilmiştir. Plastik Sanatlar Eğitimi, Güzel Sanatlar ve Resim İş Öğretmenliği bölümleri olarak YÖK tarafından ikiye ayrılmıştır.
Siyasal odaklar, öğretmen yetiştiren kurumları da merkezine almış, belirlenen ideoloji dışında kalan öğretmenler görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Baskı öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, siyasal içerikli ya da deneysel yapılan eserlerin sergilenmesinden korkulur hâle gelinmiştir. 1980’li yıllarda sanat eğitiminin ana merkezinde figür; devamında ise figür-soyut çelişkisi işlenmiştir. Çoğu öğrenci bu durumdan sıkılmış; 1980’lerin ikinci yarısından itibaren kavramsal sanata merak duymuşlar ve bu konuda üretimler yapmaya başlamışlardır. 1980 yıllarında askeri hükümet, sanat va sanatçıdan Atatürkçülük ideolojisi içinde, Türk- İslam sentezi anlayışında yapıtlar üretmesini beklemiştir. Yeni sivil hükümet kurulana kadar kurumların ve devletin düzenlediği sergi ve yarışmalarda genellikle Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve toplumsal konular ele alınmıştır.
1981’e doğru çağdaş sanat adına girişimler başlamıştır. İçerikleri ve bakış açıları daha özgür sergiler düzenlenmiştir. Devlet Resim Heykel Sergileri, DYO Sergileri, Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergileri, Öncü Türk Sanatından Bir Kesit Sergileri, Uluslararası Asya- Avrupa Sanat Bienali, Uluslararası İstanbul Bienali ve “Yeni Eğilimler” sergileri ülkenin sanat alanında gelişiminin ve yeniliğe açılmasının önünü açmıştır.
KAYNAKÇA
Ercan, F. (2008) https://fuatercan.wordpress.com/category/makaleler/ erişim tarihi: 05. 05. 2019
Yılmaz, Ayşe N. (2015) 1980 Sonrası Türkiye’de Sanat ve Siyaset, Ütopya Yayınevi.