Renksiz bir diyarın kıyısında, rüzgarla etekleri savrulan, bedenleri ılık hava ile salınan donuk yüzlerine vuran güneşin sıcaklığıyla gözlerindeki renklerin katmanlarında yok oluyordu zaman anlamsızca…
Zaman mı yenmişti bu yüzleri, yoksa bakışlar mı soldurmuştu renkleri…
İsimsiz hikayelerin kimliksiz kadınları, Zerrin Pehlivan’ın kadınları; göç etmiş bedenleri ve ruhları arasında bir boşluk hissinde yakalıyor bizi. Göç’ün tanımını yapmak zorunda hissetmediğimiz bir çağın ortasında yaşıyoruz; deneyimlemeden, sadece şahit olarak… İşte, bir çoğumuzun deneyimlemediği, dinlediği, okuduğu, duyduğu, kulağına çalındığı kadarını özümsediği, bu çağda mecburen göç edenlerin etkisi altında kalınan bu topraklardaki güncel hikayelerin uzağında, deneyimsel bir kesişime sahip kimliksiz kadın portreleri ile selamlıyor bizi ilk kişisel sergisi “Göç Eden Bedenler”’ de Pehlivan…
Aidiyet duygusundan uzakta, bir o kadar da ait olma mecburiyeti ile dolu bakışlar eşliğinde…
Ailesinin Bulgaristan’dan göç ettiğinden bahsederken Pehlivan, en çok da babaannesini ve anneannesini anıyor sanırım konuşmalar sırasında. Ama tablolardaki kadınları ne sanatçı tanıyor ne de izleyici; yabancı hepsi, herkese, hepimize… Tanıdıklığı gözlerinin içerisindeki renkli perdenin arkasında saklanmış duygularda gizli; saçları ve tenleri artık gerçekliğini yitirmiş, göç ederken solmuş, hikayelerin renklerine dağılmış olan kadınlar… Bu kimliksiz kadınların saçları ve tenleri arasındaki sınırın muğlak ve belirsiz oluşu, bilinçteki sınırların bulanıklığına dair; orası mı burası mı, sınırın nerede başlayıp nerede bittiğine dair çok az iz var. Belki de sınırı yine bizler bilinçsiz bir şekilde yerleştiriyoruz, alışılageldiği gibi…
Bilge Karasu’nun “dünyaya, insanlara, çevreme, her sabah yeniden uyarlamam gerekir kendimi” dediği yere usulca yerleşiyor bu kadınlar. Gözlerindeki aidiyetsizlik her sabah kendilerini uyarlamaya çalıştıkları dünyaya karşı bakışlarına doğru çekiyor izleyeni. Göç etmek fiziksel bir eylem olarak algılana dursun, bu kadınların bedenleri göç etmişti, ruhları dağılmış ve anda asılı kalmıştı… Göç ederken uzak diyarlardaki mutluluk kapılarına ‘baka kalan’ bu kadınlar Helen Keller’ın bahsettiği o durumun içerisine sıkışıp kalmıştı sanırım;
“Bir mutluluk kapısı kapandığında diğeri açılır.
Ancak biz kapanan kapıya o kadar uzun bakarız ki, bizim için açılmış bulunan yeni kapıyı görmeyiz.”