Kendisi bütün gün bilumum abur cubur görüntünün yer aldığı televizyonu büyük bir iştahla izlerken “Kalk şu bilgisayarın başından artık!” diye çocuğuna öğüt veren bir kuşağın, o bilgisayarın başından bir türlü kalkamayan çocukları bu ülkede “Gezi” diye bir şey yarattı. Bu yazının başlığı da işte o kuşağın radikal isyanını dile getiren bir kaldırım yazısından alındı.
Elbette ki bu yazıda bütün değerlendirmelerden sonra yeni bir “Gezi” değerlendirmesi yapmak gibi bir niyetim yok. Dikkat çekmek istediğim bütün bu sürecin salt mevcut düzene karşı bir başkaldırıyı değil, bir hesaplaşmayı doğurduğu.
Aslında bu, bir travma patlamasıydı. Geçmişiyle hesaplaşmayan, hesaplaşamayan bir toplumun yaşadıklarının sonucuydu. Tıpkı bireylerde olduğu gibi. Bir başka açıdan da yaşadığımız “postmodern!” zamanın ekseni kaymış dayatmasının insan bünyesindeki etkisi diyebiliriz.
Çünkü çağ, bize hep ileriyi işaret etti. Belirsiz bir geleceğe dair planlar yapmamızı önerdi. Arkana bakma. Şimdi, burada ve sonra. Oysa bireylerin gelişimi gibi toplumların da gelişimi bütün zamanın doğru ve ortak yaşanmasından geçer. Bu, yetişkin olma yolunda bir arınmadır aynı zamanda. Belki Türkiye, o yüzden hep biraz eğreti, ergen kaldı.
Gezi sürecinde sokakta yeni bir dil yaratıldı. Kuşkusuz bu dilden birçoğumuz payımıza düşeni aldık. Elbette ki bu süreçten sanatsal anlamda da etkilenmek, üretimleri başka bir açıdan yeniden değerlendirmek kaçınılmazdı. İlerleyen zamanlarda olgular biraz daha netleştikçe bunun yansımalarını daha sık göreceğiz.
Burada bütün bu gösterme, hesaplaşma, karşı duruş, anımsama üzerinden üç farklı üretime dikkat çekmek istiyorum.
BELLEK 1: HATIRLAMAK…
Geçtiğimiz ay MKM’de Bubi’nin küratörlüğünde bir sergi yapıldı: Unutmamak… Sivas davasının zaman aşımına uğramasının ardından sanatçıların unutmadıklarına dair tarihe bir notuydu bu sergi. Bu derginin daha önceki sayılarında Lütfiye Bozdağ tarafından daha kapsamlı ele alınan serginin bizler için “Unutmamak” üzerinden başka anlamları da var.
Sergide 35 sanatçı, 35 aydın için 35 eseri kısmen yaktılar. Kendilerinden bir parçayı onlara gönderdiler. Ve elbette ki bu, simgesel bir eylemdi. Tıpkı Sivas’ın bu ülkenin tüm yaşadıklarının bir simgesi olması gibi.
Ve biz, bu sergiyi izledik. Daha önce de birçok şeyi izlediğimiz, izlemek zorunda bırakıldığımız gibi. Serginin konusu Sivas’tı. Makro bakışta ise hatırlamaktı. Çoğu zaman belleksiz diye nitelendirilen bu toplum hatırlıyordu. Ve garip olan tanık olmayanlar da hatırlıyordu. Çünkü yaratılan ortak bellek, zamanı geldiğinde hatırlamaya kodlanmıştı. Çünkü hesaplaşmamız gerekiyordu ve belki kendi adımıza özür dilememiz…
Bir şey yapamadığımız için, seyirci kalmaya zorlandığımız için. Çünkü çok derinlerde biliyorduk ki, Sivas kendi dışında bizim temsilimizdi. Ve ondan önce ve ondan sonra 35 daha… 35 daha…
BELLEK 2: GÖSTERMEK
Bir inancın göstergeleri ne ifade eder? Çoğu zaman aidiyet duygusunu… Ama göstergeler yer değiştirdiğinde, bir araya geldiğinde ya da yeterince abartıldığında artık ilk duyumsamaya ilişkin anlamlarını yitirirler.
Roland Barthes’ın buna ilişkin çok güzel bir yazısı vardır. O yazının bir yerinde haç ve hilalden söz eder. Tek tek bakıldıklarında bu iki simge, iki büyük dinin sembolüdür. Ama bir araya geldiklerinde anlamları sonsuza kadar değişir. Birer inanca ait olmaktan çıkıp ezelî ve ebedî rekabetin göstergelerine dönüşürler.
Çok uzun zamandır İslamiyet’in simgeleri, aynı zamanda gericiliğini biraz daha genişletirsek terörün simgesine dönüştü. Bu topraklarda onca zaman inancın felsefesini yapmış, hümanist bir sistemin temellerini kurmuş bilgeler, bütün bunların yanında ayrıksı kaldı.
Yavuz Tanyeli… Bilirsiniz, hoyratça resim yapar. Boyaları tuvalden söküp alıverecekmiş gibi üst üste koyar. Sonra karmaşadan gelen figürler yerleşir o boyaların arasına. Öylesine, oldukları gibi. Bakışınız, yorumunuzdur.
Son çalışmalarında Tanyeli’nin resimlerindeki nesneler sahiden de tuvalden dışarı çıkıyor. Ve heykelle düzenleme arasında bir yere yerleşiyorlar. Tuvallerle birlikte bakıldığında o dünyaya ait olduklarını belli ediyorlar. Ama oradan ayrıldıklarında sonsuza kadar anlamları değişiyor.
Sıradan malzemelerden yapılmış izlenimi veren bu çalışmalar tam da bir inancı nereye getirebileceğimizin göstergeleri gibiler. Sahi, tuvalden fırlamış ve başka bir malzemeyle bütünleşmiş koca bir tespih size ne anlatıyor?
BELLEK 3: KARŞI DURUŞ
Ali Atmaca resimlerini çoğu zaman renkle tanımlar. Tam da tanımladığı gibidir onun resimleri. Kırmızı, maviyle umarsızca bir araya gelir. Sarı, yeşille…
Konunun uzağında çalışır. Dünyanın dışında bir düşçü gibidir böyle zamanlarda. Sanki her olguyla arasına mesafe koyup kendi dünyasını yaratır.
Sonra bir şey olur. Torosların eşkıya aslı çıkar ortaya. Alevilere, onların varoluşundaki büyük yangılara dair resimler yapar. Sonra Kadınlar… Yine o büyük varoluş hikâyesinde onların sesini duyar. Bu kez boyalar dökülür tuvallerinden. Geriye az renk, çok çizgi, çok form kalır.
Son çalışmalarında renkler yine azalmıştı. Bu kez hikayesi Gezi’ydi. Yüzlerce kilometre öteden eşlik etmişti olan bitene. Bir başkaldırının simgelerini tuvallere yine kendi dilinde yerleştirmişti.
Öte yandan dijital çağın çocuklarına bir saygı duruşuydu bu. Onca şeyden sonra bir öteki olarak ötekileştirdiğimiz herkese olduğu gibi.
Bir de Elif vardı tuvallerin birinin ortasında. Sanat tarihçisi olma planları yapan Elif.
Politik olmanın dilini çevirerek kullanmıştı bu eserlerde. Daha sessiz, daha çok kendine ait simgeyle.
Bütün o süreç boyunca televizyonlarda penguenler dans ederken sanatçılar simgelerle yeniden yeniden anlattılar bize olan biteni. Üstelik geçmiş, şimdi ve gelecekle.
Belki televizyonu kapatmanın vakti gelmiştir. Belki dışarıda görülecek, hatırlanacak ve öğrenilecek daha çok şey vardır. Belki, sıkça eleştirdiğimiz dijital çağın kuşağından ilk öğreneceğimiz şey, içinde bir sürü anlam barındıran bu cümledir.
“Kapat Televizyonu Anne!”…