Emrah Kazanır: Kızıl Orkestra

Share Button

Bavyera Dağları’ndan geliyordu sinyal 15-465 kiloherz alıcısı.

17 Mayıs 1942’de şöyle diyecekti Hitler;

Bolşevikler her alanda olduğu gibi bir alanda da çok çok öndedir. Casuslukta.

Bunu söylerken Kızıl Orkestra’nın bilançosunun yüzde birinden bile haberdar değildi.

Abwher Başkanı Amiral Canaris; Kızıl Orkestra Örgütü’nün eylemleri daha savaş başlamadan bir gece önce – nasıl haberdar oldularsa – bir mermi dahi atmadan iki yüz bin Alman askerinin hayatına

DEVAMINI OKUYUN
Share Button

Emrah Kazanır: İlker Belek’le Dinin Toplumsal Kökenleri Üzerine

Share Button

soL Haber Portalı ve Dinin Toplumsal Kökenleri kitabının yazarı İlker Belek’le Dinin Toplumsal Kökenleri adlı kitabından yola çıkarak insanın insan olma serüvenini konuştuk.

Emrah Kazanır: Bizler insanız hocam ama insan kelimesinin anlamını bilmeden kendimizi tanımlamamız imkânsız. İnsan nedir?

İlker Belek: İnsan biyolojik, sosyal ve siyasal canlıdır. Günümüzden yaklaşık 4 milyar yıl önce başlayan evrimsel sürecin ürünüdür. Daha yakın tarihe geldiğimizde bundan yaklaşık beş milyon yıl öncesine kadar, yaklaşık beş milyon yıllık süre boyunca şempanzelerle birlikte aynı ortak atayı paylaştığımızı görürüz. Sonrasında bu primat türünden ayrılarak yolumuza tek başımıza devam ettik. Bu uzun yolculukta Afrika’nın savanlarında yaşamaya alıştık ve iki ayağımız üzerine dikilerek, serbestleşen kol ve ellerimizi kullanmayı, el becerilerimizi geliştirerek alet üretmeyi öğrendik. Hayatta kalabilmek için birlikte toplamak zorundaydık. İşte bu zorunluluk bizim sosyal varlıklar olarak gelişmemizi sağladı. Toplayıcılık, avcılık, hayvancılık ve tarım derken sosyal, ekonomik ve siyasal ilişkilerimiz gelişerek karmaşıklaştı. Sonuç olarak, çok kısaca ve kabaca tanımlayacak olursak insan alet üreten canlıdır. Kendisinden önceki üst primat türleri de alet kullanabilirler. Ancak sistematik, bilinçli, amaca uygun alet üretimi insanı önceki canlılardan ayırt eden temel özelliktir. İnsanın tüm bilişsel yetenekleri üretim faaliyetiyle gelişmiştir. Dilin, kültürün gelişimi alet üretimine bağlıdır.

Emrah Kazanır: Bu benim bireysel olarak merak ettiğim bir konu ve kitabınızı okurken en çok merak ettiğim yer burası oldu, Australopithecus türünün günümüzle

DEVAMINI OKUYUN

Share Button

Emrah Kazanır: Zeynep Suda İle Büyük Savaşın Hafıza Mekânları Üzerine

Share Button

Emrah Kazanır: Öncelikle sizi tanıyalım, Zeynep Suda kimdir?

Zeynep Suda: Çanakkale doğumluyum, ailem orada yaşadı, yaşıyor. Konuya olan ilgim böyle başladı. Orada büyüdüm, üniversitede Sosyoloji okudum, sonra Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler’le devam ettim. Bu arada İngiliz Dili ve Edebiyatı da okudum.

Çocukluğum denizde, Çanakkale Boğazı’nda ve Gelibolu Yarımadası’nda geçti, tüm tatillerimizi oralarda geçirdik. Bu coğrafya bende büyük bir iz bıraktı. Giderek buralarda yaşanan savaşlar ve izleri hakkında bir izlenim edindim, daha sonra bilgi, tarihe ve diğer konulara ilgi geldi.

E.K.: Neden Gelibolu ve Alsace Lorraine?

Z.S.: Bu çalışma öncesinde Gelibolu Yarımadası’ndaki hafıza mekânları hakkında çalışma yapmıştım. Hafıza mekânı kavramı çok yeni bir buluş değil, yıllar öncesinden beri kullanılmış, geçen yüzyıl başlarından itibaren teorileştirilmiş bir kavram. Ama günümüzde daha sık duyuyoruz. Toplumsal hafızayı oluşturan mekânlar var, bunlar doğal, coğrafi alanlar olabildiği gibi kentsel alanlar, kent ve manzara silüetleri, anıtlar olabiliyor.

2015-16 ders yılında Strasbourg Üniversitesi’nde bu konuda bir araştırma yaptım, orada kaldım ve bölgeyi dolaştım. Orada yaşanan savaşı, savaş sonrası ortaya çıkan toplumsal hafızayı, hafıza mekânlarını öğrenme fırsatım oldu. Dönüşümde bu konuyla ilgili çalışmalarımı bir kitaba dönüştürdüm.

E.K.: Savaş sınıfsal ve psikolojik midir? Egemen sınıfın buradan devşirdiği çıkar ilişkisine giriş yapmışsınız kitapta. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Z.S.: Büyük Savaş, daha sonra adlandırıldığı hâliyle Birinci Dünya Savaşı dünyanın her bölgesini, cephe ve cephe gerisini, kentleri, kırları, kadın ve erkekleri, sivilleri, çocukları, velhasıl herkesi derinden etkilemiş, yaralamış bir savaş. Sınıfsal özellikleri var elbette. Ama bu savaş aslında emperyalist güçlerin dünya çapında bir paylaşım savaşı olmuş. Başlangıcı da aslında 1914 değil. Çok öncesinden, 1870’lerden itibaren hızlanan rekabet ve tekelleşme, dünyanın paylaşımı, bunun yarattığı çekişmeler bu büyük savaşa neden olmuş. Yalnızca Batı dünyasını değil, Doğu’yu da derinden etkilemiş, değiştirmiş bir savaş. Ama elbette batı dünyasının kendi içini de altüst etmiş. Yalnızca savaşanları, askerleri değil, aydınları, siyasetçileri, halkı da içine çekmiş, sarsmış ve taraf olmaya itmiş bir büyük toplumsal olay. Büyük savaşın bitmeyen kavgası ikinci bir savaşa daha neden oldu. 20.yüzyıl tarihini kana bulayan bu iki savaş aslında bir bütün olarak değerlendiriliyor. Savaşın psikolojik yönleri var, ama aynı zamanda diplomatik, ekonomik, sosyal birçok yönünden söz edebiliriz. Savaşan dünyanın büyük çıkar grupları, büyük devletler, ama bizzat savaşın cehennemine atılan sıradan asker, insan ve yoksul gençler olmuş. Her zaman, her yerde olduğu gibi…

E.K.: Kolektif hafıza nedir? Toplumsal etkileri nelerdir?

Z.S.: Kolektif hafıza bireysel hafızaların bir toplamından ibaret değildir. Tek tek kişiler geçmişlerine dair belirli şeyleri, olayları, anları, dönüş noktalarını, izleri hatırlarlar. Ama bunun ötesinde aynı dönemde yaşayan, benzer şeyleri paylaşan insanların oluşturduğu bir kolektif deneyim olarak hafıza sonradan yeniden inşa edilen bir şeydir. Her şeyi hatırlayamayız. Toplum da her şeyi bir yere not etmez, her şeyi hatırlayamaz. Ama bazı izler üzerinden, geçmiş deneyimleri, geçmişi yeniden inşa ederiz. Buna kolektif hafıza denilir. Biz geçmişte yaşanmış olayları, bunlara dair bırakılmış izler üzerinden biliriz, hatırlarız. Bu izler notlar, arşivler, tarih kitapları, müzeler, romanlar ya da kitapta söz edildiği gibi anıtlar, mezarlıklar olabilir. Kolektif hafıza kavramının vurguladığı önemli noktalardan biri, hafızanın kendiliğinden işlemediği, “inşa edilmiş” bir şey olduğudur.

E.K.: ‘Yaşamı belirleyen bilinç mi, bilinci belirleyen yaşam mı?’ sorusuna materyalist yaklaşmak zorunlu mudur?

Z.S.: Zorunlu mudur bilmem, ama maddi dünyanın, yaşamımızın, hayatta kalmak için verdiğimiz mücadelenin, hayatımızı kazanmak için harcadığımız maddi ve zihinsel emeğin izleri bilincimizin genel çerçevesini, kim olduğumuzu belirler. Bunu söylemek düşüncelerimizi oluşturan faktörler arasında kültürü, ideolojiyi, teoriyi ihmal etmek demek değildir. Bilincimizi eğitim, kurumlar, devlet ve siyaset de etkiler. Elbette bilincimiz de yaşamımızı nasıl kurduğumuzu etkiler. Bu ikisi karşılıklı olarak etkileşim içinde oluşur.

E.K.:

DEVAMINI OKUYUN

Share Button

Emrah Kazanır: Kıyı

Share Button

KIYI

Rusya, yoksul Rusya

Rüzgarda uçuşan türkülerde

Erken bir aşkın gözyaşları gibi

Severim gri evlerini köylerinde…

 

Sovyet yazarı Yuri Bondarev savaşta ve barışta insanı, onun çaresizlikler karşısındaki tutumunu, savaşa ve barışa olan aşkı, en ince ayrıntılarına kadar inceliyor. Dolaştığı Batı Almanya’yı sosyalist görüşle, ilginç olaylarla eleştiriyor. Yuri Bondarev’in Kıyı romanı, insanların savaşta bile insanlığını kaybetmeyebileceğini belirleyen bir yapıttır. 1951 yılında Gorki Edebiyat Enstitüsünü bitirdi. Volgagrad (Stalingrad) milletvekilidir. Sinemayla da ilgisi devam eden Yuri Bondarev, gerek Sıcak Karlar gerekse Kıyı filmleri için Sovyetler Birliği Devlet Ödülü, kitaplarından dolayı da Lenin Ödülü almıştır.

Samsonov, gereksiz süslemelerden nefret eden, direnilmez, gürültücü bir kavgacı. Edebiyatı bilmeyen, alkolle ya da tükenmişlik sendromuyla duygusal (hormonik) cümleler üretme çabasında olanları acımasızca eleştiren bir adam.

“Sizi gidi terlikli Sokrat’lar, sizi gidi birahane gerçekçileri. Bir kadeh votka ile uyduruk hikmetler savurursunuz… Telgrafların kesik tıkırtısından hoşlanırsınız değil mi? Ama ben telgraf çekmem hiç. Ben buyum işte, sizin saçmalıklarınız vız gelir bana, hemen unuturum onları, tükürürüm tümüne. Modaya uyarlı zırvalarınızla hiç uğraşamam.”

 

Kasım akşamlarında Hamburg caddelerinin ışınları Nikitin’de öylesine üşütücü ıslaklık sanısı uyandırdı ki arabada içi titreyerek sıcak bir otel odasının sükunetini, temizliğini ve mis gibi yatak takımlarını özledi birden. Tıraş olmayı her geziden sonra yaptığı gibi giysilerini değiştirmeyi, sonra restorana inip sıcak bir kahve içerken fırsattan yararlanıp Bayan Herbert’e (Emma) konukluk programının ayrıntılarını sormayı istedi canı… Yurtdışında ne zaman Rus ve Rusya adlarını söylese akşam saatlerinde Moskova’da işçi mahallesinin sokaklarını aydınlatan lambaları anımsar, sonra günlük kaygı ve görevleri düşünür, içinde bir tür vicdan acısı duyar, masasında el sürülmemiş kağıtlara özlemi uyanır, yurda dönüş anının o tatlı heyecanıyla titrerdi Nikitin.

Samsonov’la birlikte yıllar sonra Almanya’ya giden Nikitin, Hitler’e karşı savaşan 21 yaşındaki Sovyet komutanı idi. Savaş yıllarında Emma (Herbert) isminde bir kadın Nikitin’e aşık olduğunu itiraf etmiştir. Aralarında yaşanan bu akımın yıllar sonra karşılaşmalarıyla çözümlenişini yazmıştır Yuri..

Bu karşılaşmanın kısacası hesaplaşmanın galibi kimse olmamakla beraber ilkeli bir yaşamın nasıl olduğuna tanık olan Emma şu sözlerle haykırır Nikitin’e;

“Neyi bilmek istiyorsun? Kimin tetik çektiğini mi? Ben sana açıklayayım; Tümü, istisnasız tümü Vadim (Nikitin)… Bugün 42 yaşın üzerinde olan tümü. Bizde Hitler konusunda yazılıp basılmış Çılgın Onbaşı, Deli Diktatör gibi kitaplar hep yanıltıcı yargılarla dolu… Aslında olağanüstü etkinliğe sahip şeytansı biriydi Hitler. Nutuk söylerken Almanlar hele kadınlar hayranlıktan hıçkıra hıçkıra ağlardı. Bunu biliyor muydun?”

Burada net olarak ilkeli yaşamanın ne demek olduğuna tanık olan Emma, Nikitin’in kendisine neden farklı geldiğini itiraf ediyor. Gereksiz süslemelerden nefret eden Samsonov, Emma’nın arkadaşlarına kapitalizmi tariflerken Nikitin, en az Samsonov kadar sert olarak destekliyor Samsonov’u. 1945’te Hitler faşizmini Berlin’e kadar kovalayan komutanın yaşadıklarını ancak ve ancak edebiyat dile getirebilir.

“Kapitalist nedir sizce? Sizin tanımlamanıza bakılırsa ha basınınızın karikatürlerindekiler olmalı… Koca göbeğiyle, yeleğiyle bir adam, önünde dolar dolu bir çuval, iki eliyle sıska, bitik bir işçinin boğazını sıkıyor değil mi?”

 

Savaşın ortasında Emma’ya bu savaşın nasıl çıktığını, Hitler’in insanları acımasızca ölüme nasıl gönderdiğini anlatıyor Nikitin. Emma’nın Nikitin’e aşık olmasının bir nedeni budur. Nikitin’in ilkeli bir yaşamdan gelmesi, komünist bir komutan olması ! ( Gerçi ilkeli bir insanın komünist olmama şansının olmamasını anlayamayan bir Emma’dan söz ediyoruz ! )

Yaşadığı ülkede Nikitin’in hiç örneğinin olmaması, Hitler’in kirli siyasetiyle toplumunu kirli bireylerden oluşturması Nikitin’i farklı kılıyor gözünde. İçsel olarak ‘ölmemek ve kapitalizmi tanımak için’ Nikitin’le görüşmeyi sürdürmeye çalışıyor. Nikitin, Sovyetlerin kaderinin elinde olduğunun farkında olarak örgütlülüğünden taviz vermeyerek Emma’yla iletişime geçmemeye çalışıyor. Bu örgütlülüğü bozucu herhangi bir davranışı bir toplumun ve sosyalizmin yıkılışına neden olur. Bunun farkındadır. Emma kapitalist bir kadın olmasından dolayı bu tarihi savaşın farkında değil ve yer yer girdiler yaparak Nikitin’in aklını bulandırma derdinde. Savaşı bırakmasını teklif etmesede savaştan sonra kendisiyle kalmasını istemeyi deneyecektir. SSCB’nin savaşı kazanması üzerine ülkesine dönen Nikitin, yıllar sonra edebiyat yazarı olarak geldiği Almanya’da Emma ile 1945’in muhasebesini yapar.

Kapitalist bir toplumda yaşayan ve kapitalizmin pisliğinden kendini korumayan birey, akılla değil hormonla hareket eder. Emma bunun bir örneğidir sadece. Nikitin’in Emma’ya farklı gelmesinin diğer bir yanı da budur. Nikitin mantıklıdır ve hormonlarının üzerinde aklıyla egemenlik kurmuştur.

(Yeryüzünde iki tip insan vardır;

 *  Hormonlarının egemenliğine aklını teslim eden birey,

 * Aklıyla hormonlarının üzerinde egemenlik kuran birey (örgütlü birey) 

 

Evet, şimdi arabasında önüme oturmuş bir restorana götürüyor bizleri Bayan Herbert (Emma). Gerçek bu. Bir zamanlar Konigsdorf’daki o güzel Mayıs günlerinde gençtik biz, savaş bile engelleyemezdi bizi. Yıllar sonra tümüyle ayrı evrende, geçmiş yaşamlarıyla Hamburg’da buluşacağımızı düşte görsek hayra yormazdık. İnanılmaz bir şey ama gerçek.

Kardeşi Kurt’u ölümden kurtardığını, savaş esirlerinin öldürülmekten başka bir seçeneği olmadığını düşünen Emma, Nikitin’in bir komünist olduğunu unutarak Nikitin’den ‘etkilenmek’ için bir başka neden daha bulmuştur. Minnettarlık!

Hesaplaşmanın özünde duran ve sağlam bir zemine oturtularak tartışılması gerektiğini çekinmeden ifade eden Nikitin eğer yıllar önce Emma’nın itkisi ile hayatını şekillendirseydi bugün büyük bir yalanla karşı karşıya olduğunu anladığında çok geç olacaktı. Bu ağırlığa birlikte değilken bile zor dayanan Nikitin birlikteliğinin sonucunda böyle bir yalanla karşılaşsaydı yıllar sonra edebiyat yazarı olarak savaştığı topraklara (Almanya’ya) gelmesini engelleyecekti.

O yıllarda neler olmuştu acaba?

Savaşın delice hızı dört yıl boyunca giderek artmış, Almanya içlerinde daha da coşmuş, sonra karanlık pencere boşlukları ve kaya yığınlarına benzeyen girişleriyle bombalanmış evlerin kapsadığı dev başkent Berlin’in çıkmaz sokaklarında duruvermişti. Asansörler işlemiyor, apartman avluları çorba kokmuyor, çıt çıkmıyordu. Ne bir adım, ne bir kapı sesi, ne komşuların merdivenlerde rastlaştıklarında duyulan ‘Danke shön’ ya da ‘Bitte sehr!’ vardı artık derin bir çöl suskusundan başka. Berlin’in Reichskanzlei (Başkanlık) ve Reichstag (Meclis) gibi savunma noktaları da düşmüştü. Her şey bitmişti sonuçta. Yangınlar sönmüş gibiydi, kavşaklarda ve alanlarda tank kalıntılarından hala tüten dumanlar dışında. Her köşe bucak kaldırımlara devrilmiş tramvay arabaları, eğilip bükülmüş sokak lambası direkleri, isli tuğla yığınlarıyla doluydu. Yaşam izi görülmeyen caddelerde, köşe başlarında levhaları makineli tüfek ateşiyle delik deşik mağazaların camları parçalanmış vitrinleri esner gibi duruyor. Önlerinde yanık kamyonlar, zırhlı arabalar, toplar, ipi kopmuş kolyeden dağılmış gibi Alman gaz maskelerinin kutuları, bükülmüş çelik başlıklar, parçalanmış bisikletler, çocuk arabaları, paçavralar, pamuklu Rus ceketleri, yılanlar gibi uzanan sargı bezleri ve patlamalarla fırlamış oto lastikleri görülüyordu. Bir duvarı çökmüş odanın içinde mobilyalar, üzeri sıvalar, toz ve toprakla kaplı, içindeki telleri parçalanmış piyano bir yok oluşun kanıtlarını oluşturuyor, daha üst katlarda yıkıntıdan bir halı parçası uzanıyor, bir tavanda mucize sonucu sağlam kalmış kristal avize sallanıyordu…

Nikitin her komünist gibi Emma’ya tarihi bir ders veriyor;

 

“Hayır. Alman ulusuna karşı kin duymuyorum çünkü her ulusçu hareket bir alçağın sığınağı olmuştur. Bir ulusun suçu olamaz. Devrim, ahlak yoksunluğunun yadsınması ve gerçek ahlakın düzene sokulmasıdır. İnsanlara, savaşa ve eylem programı yerine bilince inanç koşuluyla… Kendi ağzınızla hiçbir inanç ve ideal kalmadığını söylediniz, bana göre inanç umuttur ve gerçektir. Eğer inanç yoksa çıkış yolu da yoktur.” DEVAMINI OKUYUN

Share Button

Emrah Kazanır: Anti-Dühring

Share Button

Engels’in en sevdiği gazelidir Anti-Dühring. Sadece üç devrimci değildir Nazım’a göre Marx, Engels ve Lenin, aynı zamanda çok büyük sanatkâr olarak da niteler. Anti-Dühring’i, Kapital’i, Materyalizm ve Ampiryokritisizm’e de böyle bakmaktadır. 1947’de sınıfını seçer ve atılır kavgaya. Cemal Süreya ya da Ahmed Arif gibi kendini sosyalist olarak nitelemekle yetinmez, işçi sınıfının iktidarı için atılmıştır kavgaya yani örgütlü mücadeleye. Bilimsel sosyalizmi okuduğu zamanları şu dizelerle anlatır;

 

Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım
19 yaşım
Sana anam gibi hürmet ediyorum
edeceğim
Senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum
gideceğim
Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım
19 yaşım

Çok uzaklarda yuvarlanıyor başım
Oturuyor 19 yaşım
yatağımın başucunda
ellerimin avucunda
bana diyor ki;
— kafamızda getirelim geri
o delikanlı günleri cancazım,
o dehşetli güzel günleri…

Köpüklü şahlanışların dönüm yeri..
Dünyanın altıda biri;
kan içinde doğuran ana..
İstasyondan istasyona
yalınayak
tankları kovalayarak
açlıkla yarış…
Şarkıların boyu kilometre
ölümün boyu bir karış…

Kafkas;
Güneş
Sibirya;
Kar
Seslenebildiğiniz kadar ses-
-lenin
24 saatte 24 saat Lenin
24 saat Marx
24 saat Engels
Yüz dirhem kara ekmek,
20 ton kitap
ve 20 dakika şey! ..

Ne günlerdi heheheeey
onlar ne günlerdi ahbap!
Çok uzaklarda yuvarlanıyor başım
Duruyor karanlıkta 19 yaşım
Lambayı yakıyorum
ona hayretle
muhabbetle
hürmetle
ve daha bilmem neyle bakıyorum
bakışıyoruz
Yılların arkasında çırptı kanadını
‘Strasroy Ploşat’ ın saat kulesi
Yaşıyor herhangi bir 24 saatini
Vatandaş kavgasının Darül-fünun talebesi;
Balık çorbası, tüfek talimi, tiyatro, balet
Kitap..
Patetes kamyonu başında süngü tak, bekle, nöbet
Kitap… Kitap…
Madde, şuur, istismar, fazla kıymet
Kitap… Kitap…Kitap…
Manikür;
hayır,
Diş fırçası;
evet.
Kitap… Kitap…Kitap…
Bu ne 24 saat
bu ne 24 saattir ahbap! !

Aşk;
yoldaş,
Profesör;
yoldaş,
Zenci;
Coni,
Alman;
Telman,
Çinli Li

Ve 19 yaşım
yoldaş da yoldaş, yoldaş da yoldaş,
yoldaşım…
Yılların arkasında yuvarlanıyor başım
başım yuvarlanıyor
Uzun saçlarından tutuştu yıllar
yıllar yanıyor
yanıyor da yanıyor…

Oku
Yaz
Boz
Bağır
Çağır!
Bütün kuvvetinle nefes al…
Kafanda, kalbinde
etinde
iskeletinde ihtilal…
İhtilal;
gündüz-gece
Gece ormanda çam dalları yakarak,
bembeyaz
yusyuvarlak aya bakarak,
hep bir ağızdan şarkılar söyleniyor..
Ve bu anda
kuvvetli dinç
bir ağrıdan gelen deli bir sevinç
sıçrar atlar köpüklenir çatlar
kafanda…

Haydaa,
beyaz orduları dumanlı ufuklar gibi önüne katan
bir kızıl süvarisin,

bir kızıl süvariyim,
bir kızıl süvariyiz,
bir kızıl…
Geçti üç yıl
Ey benim 19 yaşım,
Ormanda çam dalları yaktığımız
hep bir ağızdan şarkılar söyleyerek aya baktığımız
gecelerin üstünden…
Ben yine söylüyorum aynı şarkıları
Döndürmedi rüzgar beni havada yaprağa,
ben kattım önüme rüzgarı…
Ve sen ki en yıkılmazları yıkabilirsin,
gözüme bakabilir
elimi sıkabilirsin…
Ve sen ki…
Sen,
Benim ilk çocukluğum, ilk hocam, ilk yoldaşım

19 yaşım

Okudukça kabına sığmayan, hep bir sonraya gözünü diken, hedefine gittikçe yakınlaştığını anlayan ve anladığını da şiirlerine aktaran… Süreç hızlanır, Nazım hızlanır…

Haydi tez ol! Durmasan a!

Gözlerime nur ver!

Kafama şuur ver!

     Oradakiler

     Bekliyor beni!

Oraya tez dönmeliyim

Orda kızıl gömleğimle görünmeliyim.

Lümpenler ve emeği onursuzlaştıranlar ile yaşamı yaratanlar arasındaki kesin ve kalın çizgiyi çizerek, devrimi, bozulmuş, kokuşmuş öğelerin değil, üreten ve yaratan isçilerin eseri olacağını vurgulamaktan asla vazgeçmez.

Burada bir ayrım yapmak kaçınılmazdır.

Nazım’lı Güncelerin Raporu:

  • 1967 sonunda meclisteki tartışma: Nazım Hikmet vatan şairi midir, değil midir? diye soran İşçi Partisi’nin milletvekilleri sağın hücumuna uğrarlar.
  • Ankara Belediye Başkanı Dalokay, Moskova’da Nazım’ın mezarına yurt toprağı serper. Nazım’ın yurda getirilip gömülmesi düşünülür.
  • Türkiye’de 1960’lı yıllarda en büyük

DEVAMINI OKUYUN

Share Button

Emrah Kazanır: Bizim Momo

Share Button

Karanlıkta ışığın parlıyor

Nereden geliyor, bilmiyorum

Çok yakındaymış gibi görünüyor.

Oysa o kadar uzak ki…

Ne olursan ol;

Parla,

Parla küçük yıldız!

Sınırlı saatlerimize sınırlı planlamalar yaparak sınırsız hayaller sığdırıyoruz. Bu sınırsızlıkla sınırlı olanların üstesinden gelmeyi ve arkamızda bırakmayı öğrendik. Sanki yalnızca bunun için yaşıyormuşuz. İnsan, sınırlı saatlerinde yalnızca bir ailenin çocuğu olarak değil, bir toplumun ve yaşadığı dönemin sorumlusu olarak doğmuştur. Burada önümüze upuzun bir cadde çıkıyor. Öyle uzun ki insan bunun sonu gelmez sanıyor. O zaman acele etmeye başlıyorsun. Gittikçe daha çok acele ediyor insan. Her önüne baktığında yolun hiç de kısalmamış olduğunu fark ediyorsun. Daha hızlı ve daha gayretli çalışıyorsun. Sonunda nefesin kesiliyor ama cadde hala seni upuzun bir şekilde bekliyor. İşte bu caddeyi azınlığa saatlerimizi satarak geçirmek yerine zamanın üzerindeki egemenliğimizi fark etmemiz gerekiyor. Eğer bunun farkında olmazsak duman oluruz. Zengin olmak marifet değil mesela. Mesela her isteyen zengin olabilir. Birazcık zenginlik için saatlerini ve ruhlarını satanlara bir baksanıza. Onlar gibi olmak isteyeceksek saatimizden ve ruhumuzdan vazgeçmek zorundayız. Yani insanı insan yapan en önemli iki unsur; Zaman ve Ruh.

Günlük yaşam içinde çok büyük bir sır vardır. Herkesin bunda bir payı bulunur ve herkes onu bilir ama pek az kimse bu konuya kafa yorar. Çoğu kimse onu olduğu gibi benimser ve ona asla şaşırmaz. Bu büyük sır zamandır. Onu ölçmek için saatler ve takvimler yapılmıştır ama bunlar hiçbir şey ifade etmez. Herkes çok iyi bilir ki bazen bir saatlik süre insana ömür kadar uzun gelirken bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçir gider. Zamanın bu garip kısalığı-uzunluğu o saat içinde yaşanan olaylara bağlıdır. Zaman yaşamın ta kendisidir.

Zamanın yani yaşamın kendisini bizden alarak zenginleşenler zaman hırsızıdır. Aylık planlamayla yaşayan birey 30 günün (720 saatin) 25 gününü (600 saatini) satmak ZORUNDA! Satmadığı takdirde aç kalacak. Aç kalmamak için satmak zorunda bırakıldı. Her doğan birey, yaşadığı sınırlı saatin hemen-hemen hepsine yakınını düşünmemeye, ailesi varsa ailesini başından savmaya meyilli olduğu için mi zaman hırsızlarına harcıyor zamanını? Kesinlikle HAYIR.

Kesinlikle HAYIR çünkü zaman hırsızları çaldıklarının farkına varılmaması için örgütlü çalışmakta. Azınlığın örgütlülüğü!

“Bize ne oldu dersin? Artık eskisi gibi değiliz. Şimdi olduğumuz yerde başka bir yaşam var. Şeytanca işler dönüyor. Her gün bir bina bloğu dikiyoruz. Peş peşe. Bu iş eskisinden başka! Her şey önceden hesaplı, planlı, sonuna kadar…

Yaşamda önemli olan insanların bir yerlere gelmeleri, yükselmeleri, bir şeylere sahip olmalarıdır. Kim ötekilerden daha öndeyse, daha iyi yerdeyse ve daha çok şeye sahipse başka şeyler de kendiliğinden gelir. Dostluk, arkadaşlık, sevgi, şeref gibi…

Bizim varlığımızı hiç kimse bilmemeli ve ne yaptığımızı. Kimsenin bizi hatırlamamasına çalışıyoruz. Bizi kimse bilmedikçe işimizi yürütebiliriz. Çok güç bir iş insanların yaşamlarından saatler, dakikalar, saniyeler aşırmak. Çünkü onların tasarruf ettikleri her an onlar için bir kayıp bizim içinse kazanç. Onları biriktiriyoruz. Onlara muhtacız. Zamana doymak bilmeyiz. Zamanınızın ne kadar değerli olduğunu sizler bilmezsiniz ama biz iyi biliriz. Sizleri kemiklerinize kadar sömürürüz. Hep daha fazlasını, daha, daha fazlasını. Çünkü biz böyle çoğalırız.”

Azınlığın örgütlülüğü işte bu düzeneğin üzerine kurulu. Peki ya biz? Azınlığın bizden aşırdıklarına göz mü yumacağız yoksa çoğunluğun, yani zamanı çalınanların zamanlarını kendilerine geri mi vereceğiz? Kendilerinin olanı kendilerine geri vermek!

Saat, gün, hafta, ay, yıl onların olsun.

ZAMAN BİZİMDİR. DEVAMINI OKUYUN

Share Button