Yazı hayatıma edebiyat ile başladım. İlk yazım Dönemeç ve Türkiye Yazıları’nda aynı anda çıkınca, Ahmet Say ile Cemal Süreya’dan hafif yollu bir de fırça yedim. İlk yazımdı. Çok önemsiyordum, bir yerde çıkmayınca, öteki tarafa göndermiştim çocukça.
Şimdi artık öylesine uzak günler ki o günler. Edebiyatın, sanatın yerlerde süründüğü, kimsenin yüz vermediği alanlar olarak tarihe gömüldü. 12 Eylül faşizmi, silahlar, bombalarla birlikte kitapları da “suç aleti” olarak televizyon ekranlarına dizince, millet de okumaktan da yazmaktan da çekinir oldu. Meydan “popülist” çalışmalara kaldı. Edebiyat-sanat dergileri tek tek kapandı, kuramlar artık üretilmez oldu, muktedirleri sanatsal dille eleştirmek deneme türünün şaheserleri sayıldı.
İtalya’yı öğrenmek için “google” varken, insanlar Goethe’nin “İtalya Seyahati” eserini okumaya gerek görmediler. Sanki Goethe’nin eseri bir turistik rehber kitabıymış gibi, “İtalya’yı öğreneceksem, resimlerine de bakarak öğrenirim,” muamelesine tâbi tutuldu.
Ortalık günlük siyasî analizleri irdeleyen köşe yazılarının kitaplaştırılması aşamasına geldi. Bunların adı yalnızca “kitaptı”, asla “eser” değil, ama çok sattı.
Neden böyle bir kuru ve verimsiz alana girdi edebiyat? Benim gençliğimde, ondan önce “tercüme bürolarının” olduğu dönemlerde edebiyatın büyük saygınlığı vardı.
Çok sık sorulan ve yanıtı da kesin olarak verilemeyen bir soru vardır: “Neden edebiyatın klâsiklerini okumalıyız?”
Gerçekten de zor bir sorudur bu. Edebiyatın kimliği değişmiştir, yeni arayışlar içinde gelişen teknoloji ve eğlence dünyası karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştır edebiyat, popüler kültürün verdiği bilgilerle şiirler bile çikletlerin içinden çıkan “manilere” dönüşmüştür. Bu gibi ortamlar tarihin her döneminde zaten vardı, ama bunun yanında önemli edebiyat eserleri de yayımlanıyordu. Seçme şansı olan 19. yüzyıl insanları, edebiyat eserlerinden aldıkları öz suları insan sevgisiyle harmanlamayı biliyorlardı. Savaşa karşıtlık bu dönemde, aydınlanma çağından başlamak üzere geri adım atmıştır, ta ki 1.Dünya Savaşı’na kadar. Sonrasını herkes biliyor: Kısa süre sonra da 2.Dünya Savaşı.
Dostoyevski’nin öngörüsü varoluşçuluk denen akımın temellerini atmıştı. İnsanlığın kötü bir gidiş içinde olduğunu sezen Dostoyevski, kahramanlarını hep bu toplumun dışına iterek, onları kötülüklerin kıyısında beslemeye çalışmıştır. İnsanın iyi olmasının mümkünü yoktur Dostoyevski için, kötüler arasında en az kötü, en iyidir.
Bu yaklaşımında, kendinden sonra yaşanan ama göremediği iki dev dünya savaşının ipuçları vardır. Yalnızca 2.Dünya Savaşı’nda ölen 50 milyon insanın bu paylaşımla hiçbir ilgisi olmadığı hâlde hayatlarını başkalarının idealleri uğruna kaybetmeleri, Sartre, Camus, Simon de Beauvoir gibi yazarların muhteşem eserlerini kazandırmıştır.
Balzac’ı okumadan tutkunun ne olduğunu bilemezsiniz. İnsan beyninin karanlık noktalarına Dostoyevski ile iner, Turgenyev ile nihilizmi tartışırsınız. Bu ve benzeri kavramları bu yüzyılın önüne geçilmez vahşet akışı içinde öğrenebilme şansınız yoktur. İnsanın, insan olduğundan bu yana değişmeyen kıskançlık, hırs, tutku, acıma, sevgi gibi duygusal özelliklerini, hiç değişmeden yaşadığınız yüzyıla uyarlamak yerine yeniden yaratmaya kalkışmak abesle iştigal olacaktır, çünkü bunları değiştirmek şimdilik mümkün değildir.
Yüzyılımızın edebiyat ve sanattan beklediği insan tanımlaması değil, artık çevre ve varoluş tanımlamasıdır. Yazılan eserler insanları betimlemek yerine yaşam koşullarını betimlemekte ve geleceğe yönelik öngörüleri sıralamakla yükümlüdür.
Artık yastık altlarına saklanan aşk şiirlerinin bir anlamı kalmamıştır. O dizeler sizinle yastığınız arasında bir yerlerde kendinize dönük yakarışlar olarak çöp tenekesini boylamak zorundadır. Yeniden Annabel Lee, Barbara, Sibirya Maden Ocakları, Bekle Beni şiirlerini yazma olanağı kalmamıştır. Yüzyılımız kendi edebiyatını ve sanatını yaratma konusunda büyük güçlük çekmekte. Bunun en büyük nedeni de felsefe yoksunluğudur. Bilimin gerisinde kalan felsefe, insan beyninin sanatsal yaratımlarının da yok olmasına neden olmuştur. Artık üretilenler yeni bir sanatın doğuşuna harekettir ve bu hareket geçmiş sanatsal etkinliklerden hemen hiç beslenmemektedir.
Edebiyat, sanılanın aksine bütün sürecinin en fakir ve yoksul dönemini yaşıyor. Sanılanın aksine diyorum, zira kitap hazırlığı bundan elli yıl önce müthiş bir çaba gerektirirken, günümüzde neredeyse dakikalarla ölçülen bir uğraş ile hazırlanmakta. Buna karşılık içerik açısından bakıldığında, müthiş bir boşluk söz konusu. Çok satan kitap ile çok iyi bir sanat eseri arasındaki fark sıfır düzeyine inmiştir. Çok satan kitap aynı zamanda çok sanatsal olarak piyasaya sürülmekte, reklamı da o şekilde yapılmaktadır. Bu, edebiyata vurulan en büyük darbedir aslında.
Dünyanın her köşesine bir “tık” ile ulaşılabilinen bir çağın gereği olarak, sanatın da kendini bu baş döndürücü hıza eklemlemesi gerek. Bunun için henüz koşullar oluşmuş değil. Edebiyat ve sanat daha bir süre topallamaya devam edecek, burası kesin. Ama insanların umutlarının tükenmeye başladığı günler geldiğinde, yeniden ayağa kalkacağından da emin olabilirsiniz.