
Yeditepe, Sayı: 79 – 15 Şubat 1955
Çoktan beri onu görmek, gördüklerimi yazarak ondan haber alamayan meraklılara duyurmak istiyordum. Aynı semtte, Camiikebir’de oturuyoruz. Bu semt Diyarbakır’ın ortasındadır. Günün erken saatlerinden gece yarılarına kadar kaynaşan Gazi Caddesi’nden Camiikebir’in bulunduğu yana sapınca, kucaklaşan, boz renkli, sessiz, sır vermez evlerin meydana getirdiği çamurlu, daracık sokaklar başlar. Dış âlemle aranızdaki bağlar kopmuştur… Sanki bütün sokaklar çıkmaz sokaktır. Bazen bir aralıktan Camiikebir’in sivri çatısı ile dört köşeli kapkara minaresi görünüverir. Üzerleri yer yer örtülü sokaklardan da geçersiniz. Ama, kapılardan içeriye girince işin rengi değişir……………………ve gül fidanları ile ferah mı ferah avlular çıkar karşınıza.

Kocaman gürgen kapılı evlerinin önünden her geçişimde Cahit Sıtkı’yı, onun bu evde geçen çocukluğunu, çocukluk günlerini düşünürdüm:
“Uzun olaydı o günler – Yere düşen ekmek parçasını – öpüp başıma götürdüğüm günler” diye andığı o günleri.
Lisemizin Kültür ve Edebiyat Kolu onun için bir toplantı yapmayı karalaştırınca babası Sayın Sıtkı Tarancı’dan telefon ile söz alıp bir Pazar sabahı bu gürgen kapılı eve gittim. Ama beni başka kapıdan, yan sokağa açılan kış kapısından içeriye aldılar.
Merdiven üstündeki güneşli apaydınlık odada Sıtkı Tarancı ile karşılıklı, sevgili şairden konuştuk. Üzüntülü ve öyle sanıyorum ki, uzun yıllar oğluna küskün kalmaktan şimdi pişmanlık duyan baba bu aralık: “Her türlü fedakarlığı yapmaya hazırım Cahit için….” dedi. “Avrupa’ya götürmek istiyordum, hekimlerimiz faydasız gördüler.”
“Bugünlerde nasıl?” diye sordum. “Hep öyle, söylendiği gibi mi?”
“Sol kolunu kımıldatabiliyor, sonra gazetelerin iri yazılarını okuyabiliyor azıcık…”
“Ağlıyormuş öyle mi? Yanına bir kimse gelince ağlıyormuş…”
Ziya Gökalp Lisesi’nin 9 Ocak günü yaptığı toplantıdan sonra liseli gençler iki metre boyundaki portresini ve bastırdıkları kitapçığı kendisine götürüp gösterdikleri vakit hasta şair hıçkıra hıçkıra ağlamış.
Geçenlerde Öğretmen Okulu’ndan birkaç öğrenci, bir tutam güz çiçeği ile onu görmeye gittikleri vakit de böyle olmuş. Çocukcağızlar şaşırıp kalmışlar. Sonra, şairimizi istemeyerek ağlattıkları için üzüntülü yüreklerle odadan çıkarlarken içlerinden biri, ayağı halıya takılarak, paldır küldür çarpılmasın mı kapıya… Bununla kalsa iyi, kapı menteşelerden fırlayıp başlamış yürümeye… Çocuk kurtulmaya çalıştıkça kapı üstüne gelirmiş. Orada bulunanların hepsi –Cahit Sıtkı da birlikte- kahkahalarla birlikte gülmüşler.
“Hiç konuşuyor mu?”
“Konuşamıyor, konuşmak isteyince çocukça sesler çıkarıyor.”
Bir gün, şok tesiri yapar umudu ile Ankara’da bulun karısı Cavidan Tarancı’nın sesini telefonla dinletmişler. Gözleri yaşararak tatlı tatlı gülümsemiş, o kadar. Bir kelime bile söylememiş.
Sıtkı Tarancı’ya “Oğlunuzun şiir sevgisini ilk ne vakit öğrendiniz?” diye sorunca: “Sen Jozef’te[1] talebeyken…” cevabını verdi. İstemiyorlarmış edebiyatta uğraşmasını, derslerini yüz üstü bırakır diye, hoş karşılamıyorlarmış. Bu korkuyla onu, yatılı ve mazbut bir okuldur diye Mülkiye Mektebi’ne[2] vermişler. Ama şair ne Mülkiye’de, ne de ondan sonra yazıldığı Ticaret Mektebi’nde[3] durmamış.
“Babalar oğullarının düşündükleri gibi olmalarını isterler. Siz oğlunuzun ne olmasını isterdiniz?” diye sordum.
“Cahit’e çocukluğunda, büyüdüğün vakit ne olacaksın? Diye sorulunca, tüccar olacağım! Demeyi öğretmiştik…” cevabını verdi babası. Sıtkı Tarancı

“Oğlunuzun şimdi çok değerli bir şairdir.” dedim. Sıtkı Tarancı: “Belki…” diye mırıldandı ve biraz durduktan sonra devam etti: “Fakat her şeyden önce çok iyi bir insandır Cahit; tertemiz yürekli, iyilik etmeyi seven, fedakâr bir insan…”
Ayrılmayı düşündüğüm bir sırada odaya son derece iyi yüzlü ve açık yeşil gözleri durgun durgun bakan bir hanım girdi. Şairin, başını dizlerine koyup, bütün insanların yerine ağlamak istediği, bacalara takılan beyaz bulutları namaz bezine benzettiği anacığı Arife Tarancı idi. Elini öptükten sonra hastayı sordum, yanından geliyormuş.
“Biraz daha iyice”, cevabını verdi Sayın Arife Tarancı; “iki yaşında bir çocuk kadar yiyor, iyileştiği günleri görecek miyim acaba…”
Cahit Sıtkı’yı görmeden gitmeyi uygun buldum; annesi: “Sizi tanımıyor, pek sarsılmaz” dediği halde.
Toplantı günü sahneye koymak üzere büyük boyda bir resmini yapmayı düşünüyorduk. Bunun için bir fotoğrafını istemiştim. Ayrılırken aile albümünden bir kart çıkarıp verdiler. Sakağa çıkınca cebimden fotoğrafı çıkarıp uzun uzadıya baktım. Kartta, arka dümdüz taranmış saçları, hülyalı gözleri, belli belirsiz tebessümü ile delikanlı bir Cahit Sıtkı görünüyordu. Arakasında da şunlar yazılıydı: Anne! Baba! Uzakta bulunan bir yavrunuzun hatırınız için bir saniyelik tebessümü! Cahit Sıtkı. 08-05-1931.
[1] Saint-Joseph Fransız Lisesi
[2] Bugünkü Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
[3] Bugünkü Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi