
Çağdaş sanat sahnesinde özgün dili ve detaylarla örülü yapıtlarıyla dikkat çeken Mehmet Sinan Kuran’ın son sergisi Post Narrative, 6 Mayıs–15 Haziran 2025 tarihleri arasında Cermodern’de izleyiciyle buluşuyor.
Kuran’ın figüratif yoğunluğu yüksek kompozisyonları, izleyeni adeta bir görsel günlük ya da bir zihin haritası içinde gezintiye çıkarıyor. Resimlerinde kullandığı çizim tekniği ve akışkan anlatım ise sanatçının imzası niteliğinde. Eserlerinde sıkça karşımıza çıkan unsurlar arasında çocukluk anıları, mitolojik göndermeler, içsel hesaplaşmalar ve absürd karakterler yer alıyor. Kuran’ın resimlerinde boşluk neredeyse hiç yok. Bu görsel yoğunluk, sanatçının bilinçli bir estetik tercihi olmasının yanı sıra, iç dünyasındaki karmaşayı dışavuran bir anlatım biçimi olarak da öne çıkıyor. Mizahın ve absürd öğelerin eşlik ettiği bu anlatılar, ilk bakışta eğlenceli ve oyunbaz bir yüzey sunsa da, derinliklerinde melankoli, sorgulama ve varoluşsal kaygılarla örülü. Göz alıcı detaylar ve metin parçalarıyla bezeli işler, tek bir okumaya kapalı; her bakışta yeni bir hikâye keşfetmek mümkün. Bu çok katmanlı yapı, Kuran’ın sanatını hem kişisel hem evrensel hem mizahi hem de melankolik bir anlatı evrenine dönüştürüyor. Mehmet Sinan Kuran, sanatsal paylaşımını yalnızca galerilerle sınırlamıyor; sosyal medya aracılığıyla eserlerini geniş kitlelerle buluşturarak sanatı ile izleyici arasında daha samimi ve doğrudan bir bağ kurmayı amaçlıyor.
Cermodern’in ev sahipliğinde gerçekleşen “Post Narrative” sergisi vesilesiyle, Mehmet Sinan Kuran’la anlatının ötesine uzanan sanat yolculuğunu konuştuk.
Mehmet Sinan Kuran, Polyester, 20hx7wx10d cm
Çağla AKINCI UYSAL: Enerjiniz, sosyal medyadaki varlığınız ve resimlerinizdeki absürt karakterlerle zaten “renkli” bir kişiliğiniz olduğunu biliyoruz. Hayat hikâyeniz de bir o kadar ilgi çekici. Özellikle resme geç yaşta başlamış olmanız sürekli vurgulanıyor. Siz bu konudaki vurguları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sanatla kurduğunuz ilişki açısından bu ‘geç başlangıç’ sizce ne ifade ediyor?
Mehmet Sinan KURAN: Birincisi, resme kırk beş yaşımda başlamadım. Resimlerimi paylaşmaya kırk beş yaşımda başladım. Ben kendimi bildim bileli de hep resim yapıyorum fakat hep kendime yapıyodum. Beş yaşımda başlasam düşünsene elli altı sene resim yapmışım hem de her gün. Kimi zaman on saat, kimi zaman beş saat, kimi zaman bir saat ama her gün mutlaka resim yapmışım. Dolayısıyla o zaten bambaşka bir yolculuk oluyor. İnsanların aslında buna çok imrendiklerini düşünüyorum. Böyle bir yaşama, böyle bir doğallığa imrendiklerini düşünüyorum. Fakat üç,dört yaşında zaten hepimiz birdik. Bakma yani masanın başına oturduğumuzda dört, beş kişi, elimize kâğıt, kalem aldığımızda hepimizin düşünceleri aynıydı ve sonsuzdu. Ne istesek çizebilirdik. Başkalarının düşünceleri bizim için çok önemli değildi. Ama biz yavaş yavaş kirlendik. Yavaş yavaş bizi değiştirmelerine izin verdik. Yavaş yavaş farklı kişiliklere büründük maalesef. Ve o kadar eskide kaldı ki hatırlayamıyoruz bile. Aslında herkes başlamak istiyor tekrar. Ama cesaretleri yok çünkü kırk beş veya elli yaşında resme başlamak ciddi bir cesaret gerektirir. Yaptığınız işi aksatarak, yapmayarak belki de, bambaşka bir iş. Üstelik de öyle kolay olmayan bir iş yani. Resim satmak çok da kolay bir iş değil. Dolayısıyla herkes ister ama çok az insan yapabilir. Yoksa hepimiz aynıyız. Kimsenin kimseden farkı yok.
Mehmet Sinan Kuran,Uzlaşma %50, Diasec, 60hx80w cm
Ç.A.U.: Çok uzun bir süre işlerinizi paylaşmıyorsunuz. Yani bizim onları göremediğimiz uzunca bir dönem var. Anlatılmayan, yaratıya dönüşmeyen her şey ezoterik bir hâl alıyor ve kendi içinde kalıyor tabii. Peki üretimlerinizi paylaşmadığınız dönemle paylaşmaya başladığınız dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz? O resimler, insanlar onları görmeye başladığında sizce neye dönüştü?
M.S.K.: Ben çok mutluyum ve bu mutluluğumu paylaşmak istiyorum. Gördüğüm üç beş bir şey var, onları paylaşmak istiyorum insanlarla. Şöyle düşün ki biz kabileyiz ve bir yürüyüş yapıyoruz. Akşam oldu, bir ateş yaktık. Herkes o ateşin etrafında uyumaya başladı. Beni de gözcü olarak diktiniz. Çevreyi kontrol et dediniz. Ben de çevreyi şöyle geniş geniş yürüyerek -uykum da gelmesin diye- dolaşıyorum. Ve sizden bir 150-200 metre ileriye gittim. Orada işte bir kayalık gördüm. Bir kovuk var. İçinde yılan var. Saldırdı bana. Orada bir uçurum var, yerler kaygan falan. Sabah siz kalktınız. Ben de size hazırlanırken onları anlatıyorum. İlerde bir kovuk var. Oraya elini sokarsan yılan var. İşte yaklaşmayın fazla uçurum, kaygan falan, diyorum. Yaptığım farklı bir şey yok yani. Sizden biraz daha farklı hayat yaşadım. Farklı şeyler biriktirdim. O biriktirdiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. İşe yarasın istiyorum. Çünkü aktarım yapmadıktan sonra tek başına o bireysel başarının hiçbir anlamı yok ki. Mühim olan onu başkalarına aktarmak, başkalarının da yararlanmasını sağlamak. Ben kırk beş yaşıma kadar resim yaptım, hep kendime yaptım. Kırk beşten sonra da sizler için yapmıyorum resmi. Kendim için yapıyorum yine. Ama sizlerle paylaşıyorum. Sadece resim yapmıyorum biliyorsun. 3D’ler var. Birçok çeşit iş yapıyorum. Sonra yazılar yazıyorum her sabah. Şimdi bir tane kitap çıkıyor. Bunlar hep böyle bilgi paylaşımı. Paylaştıkça da artıyor.
Ç.A.U.: Siz sık sık “Bu eserleri kendim için yapıyorum.” diyorsunuz. Ama bir yandan da biliyoruz ki işlerinize büyük bir ilgi var; neredeyse tüm resimleriniz satılıyor. Bunu doğrudan bir “başarı” olarak tanımlamak yanlış olabilir ama sonuçta birçok insana ulaşıyor, bir etki yaratıyorsunuz. Bu anlamda dikkat çeken bir figür olduğunuz için zaman zaman eleştirilere maruz kalıyorsunuzdur, diye düşünüyorum. Ne tarz eleştiriler alıyorsunuz, onları merak ediyorum.
M.S.K.: Çok çok eleştiri alıyorum. Hayatı basit almakla alakalı eleştiriler alıyorum. Sanatı basite almakla alakalı eleştiriler alıyorum. Saygısızlığımı vurguluyorlar otoriteye karşı. Şimdi zenginlere kafayı takmışım. Ben ne yapmaya çalışıyormuşum işte koleksiyonerlere kafayı taktım feci hâlde. Görgüsüzlük diyorum yani. Bir insanın iki bin tane resim toplaması saçma bir şey. Anlamsız. Niye yaparsın ki böyle bir şeyi? Paranı değerlendirmek istiyorsan, arazi al, saat al, bilmem ne al. Yani gerçekten sanat aşkıyla iki bin tane resim toplamazsın gibi geliyor. Belki ben yanılıyorum, bilmiyorum. Ama öyle düşünüyorum yani. Sanatın mutlaka halkla buluşmasını istiyorum ve bunun için uğraşıyorum. Çünkü sanat bence hiç tartışmasız halk içindir. İhtiyacı olan içindir.
Mehmet Sinan Kuran, Dilek, Pleksiglas üzeri diasec baskı, 100x150x3,5 cm
Ç.A.U.:Sanatsal anlamda bir eleştiri alıyor musunuz?
M.S.K.:Sanatsal anlamda da alıyorum tabii ki. Tepeden inmekle suçlanıyorum. 45 yaşında bir sergi açtı. Bir anda kendini camianın içinde buldu vesaire falan filan. Tepeden paraşütle indi. Yok öyle oldu, yok böyle oldu. Sürekli bir şeyler söylüyorlar ama tabii insan yapısı bu zaten, yani bu gayet doğal bir şey. Ben o negatif şeylere üzülmüyorum. Başta şaşırıyordum çünkü sanatçı olmaya karar verdiğimde artık dokunulmaz olacağımı zannediyordum. Çok müthiş bir dünyanın içine girdiğimi, saygı ve sevgi göreceğimi düşünüyordum. Onun için başta böyle şeyler bana komik geliyordu, anlamsız geliyordu, kafaya takıyordum. Şimdi takmıyorum. O söylentileri çıkaran, o sözleri söyleyen insanlardan da nefret etmiyorum. Kızmıyorum, sinirlenmiyorum. Onlarla mümkün olduğu kadar konuşup fikirlerini değiştirmeye çalışıyorum. Çünkü ben öyle olmadığını biliyorum. Ben bildikten sonra gerisi çok önemli değil, anlatabiliyor muyum? İlla ki benimle aynı frekansta düşünen insanlar da oluyor. Onlar da zaten geliyorlar. Aynı kafada insanlar birbirlerini gördüklerinde konuşmadan bir anlam, bir fark ediş içine giriyorlar. Birbirlerinin farkına varıyorlar. Birbirlerini seviyorlar. Ona inanıyorum. Onu çok bariz gördüm. Dolayısıyla metodum eleştirildi. Metodumun yanlış olduğu hem de büyük bir küratör tarafından söylendi. Nedir yanlış diye araştırdığımda, gazlı kalemlerle resim yaptığımı… Onlar gazlı değil, onlar sulu boya bir kere. Kâğıt üzeri sulu boya benim tekniğim. Kâğıt üzeri sulu boyayı sen eğer kabul etmiyorsan o zaman koca bir uzak doğu sanatını zaten reddediyorsun. Çünkü uzak doğuda yağlı boya vesaire falan yok. Zaten hep kâğıt üzerine sulu boya yapıyorlar.
Ç.A.U.:Bir de şimdi öyle bir çağdayız ki tekniği eleştirmek gibi bir lüksümüz yok diye düşünüyorum.
M.S.K.:Şimdi de yapay zeka eleştiriliyor. Yapay zeka ile yapılan işler sanat mıdır değil midir? Sanattır tabii ki. Bir sanatçının yaptığı her şey sanattır. Dün kalem kullanıyordu, bugün klavye kullanıyor. Yarın öbür gün belki bir gözlük takacak, zihninden oturup resim yapacak. Düşüncelerini kâğıda geçirecek belki, bunlar bilinmez. Direniyoruz sürekli o değişime. Halbuki değişime direnmek yerine değişimin bir parçası olmak gerekiyor. Duymak gerekiyor.
Ç.A.U.:Zaten her zaman böyledir; olumsuz sesler daha çok duyulur. Ama ben aslında size yöneltilen eleştirilerin sayıca çok da fazla olmadığını düşünüyorum. Üstelik siz, daha geniş kitlelere ulaştınız ve vermek istediğiniz mesajı da büyük ölçüde ilettiniz gibi görünüyor. Ama tam da bu noktada, işleriniz zaman zaman “sanat” kavramı üzerinden eleştiriliyor ya—ben de size şunu sormak istiyorum: Sizin için sanat nedir? Sanatı nasıl tanımlıyorsunuz? Sizce bir tanımı var mı, olmalı mı?
M.S.K.:Sanatın Öyküsü’nü okudun mu Ernst Gombrich’in? Nasıl başladığını hatırlıyor musun? “Aslında sanat diye bir şey yoktur. Yalnızca sanatçılar vardır.’’ Sanat diye bir şey var dediğinde onu belirlemen gerekir, tarif etmen gerekir. Sanat budur dediğinde çerçeveye alman gerekir. O çerçevenin dışında kalacak şeyler olacaktır mutlaka. Sanatçının yaptığı herhangi bir eylem sanat olabilir. Beğenirsin, beğenmezsin, sanat değildir diyemezsin. Sanatçı da bu sanattır da diyemez illa ki. O zaten hissedilir. Onun zaten alıcısı çıkar. Alıcı derken beğenmekten bahsediyorum. Maddi anlamda alıcı demiyorum. Çünkü bu iki kişilik bir oyun. Burada üçüncü, dördüncü, beşinci kişilere yer yok. Sanatçı, izleyici… Arayı istediğin kadar doldur, küratör koy, galerici koy, koleksiyoner koy, eleştirmen koy, müze müdürü, bilmem ne müdürü, o müdürü, bu müdürü, sanat tarihçi, vesaireci falan doldur burayı. Ama aslında sanatçı ve izleyici arasında bu. Bu aracılara çok da fazla gerek yok bana göre. Tabii ki olması akademik açıdan çok önemli ama benim dünyamda yok. İmalattan halka. Bu kadar basit. Organik. Ben üretiyorum, sen gel al ya da alma.
Mehmet Sinan Kuran, Kalp 1, Diasec, 120hx80w cm
Ç.A.U.:Sergiye gelecek olursak… Siz resimlerinizde görsel bir günlük tuttuğunuzu söylüyorsunuz; aslında bir tür anlatı sunuyorsunuz izleyiciye. Eğer anlatıyı, yaşanmış olanla yaşanacak olan arasında bir bağ olarak düşünürsek, sizin geçmişle gelecek arasında kurduğunuz bu bağı resimle inşa ettiğinizi söyleyebiliriz. Peki, bu sergideki görsel günlüklerinizde neler var?
M.S.K.:Bu sergi çalıntı bir zaman aslında benim için. Çünkü ben Ekim sergisine hazırlanıyordum. Ekim sergisine hazırlanırken Pınar’la birlikte çalışıyoruz. O benim galericim. Ankara’dayım, dedi. Ankara’ya geldi o fuar için. Zihni beyle toplantı yaptım, senin sergi açmanı istiyor, dedi. Mümkünse ne dersin çok iyi bir şey, müzede sergi açmamız, dedi. Ve bir buçuk ay içinde hazırlamamız lazım. 400 metrekare bir alan… Dolduramazsın. Nasıl dolduracaksın ki? Yani bir şey bile yok. Onun için çalıntı zaman diyorum yani. Bir pit stop gibi bir şey böyle. Yani yarışın dinlenme noktası. Şu anda yaptığım gibi işte burada seninle konuşurken dinleniyorum. İçeride olsam şimdi sorunlar, talepler, bilmem neler falan…
Benim işim yalan. Ben geçmişimi anlatırken de bol bol yalan söylerim. Annemle babam kavga etmişse de ben evden çıkmışsam, atıyorum, annem babam çok keyifliydi, onları yalnız bırakmak için evden çıktım diyebilirim. Aslında hikaye uydurma, yine hani hikaye yazmak. Garcia Marquez’in dediği gibi yani, önemli olan gerçekte ne yaşandığı değildir. Anlatmak için neyin hatırlandığıdır. Ben bunu hatırlamak istiyorum, bunu konuşmak istiyorum. O zaman geçmişimi ufak ufak böyle değiştirebilirim. Bu benim elimde, hakkım. Ve bütün ailemde herkes öldüğüne göre de beni yalanlayacak kimse de yok, rahat rahat konuşuyorum. Üç ay falan sergilerin başında duruyorum. Binlerce insan geliyor, herkese bir şeyler anlatıyorum. Bazen sıkılıyorum, farklı şeyler anlatıyorum. Bu nedir Mehmet Bey? O işte bir kedi ağaçta kalmış da yavruymuş da bilmem neymiş de falan. Mesela yarım saat sonra bu nedir denildiğinde o bir deniz canlısı, çok derinlerde yaşıyor, eşi öldüğünde renk değiştiriyor, diye yani o anda aklıma ne geliyorsa onu anlatıyorum ama konsepte uygun oluyor. İnsanlar hikaye dinlemeyi seviyor. Aslında yalan dinlemeyi seviyorlar tabii. Onlara duymak istedikleri şeyi söyledikten sonra ne söylediğinizin pek bir önemi yok. Yeter ki ne duymak istiyorlarsa onu söyleyin. Bence zaten sanatçı biraz geri planda kalıp o alışverişi görmeli. O alışverişi özümsemeli. Ziyaretçinin sanat eseriyle alakasını biraz serbest bırakmalı. İzleyici o resmi kendi kafasına göre yorumlayabilmeli. Ben gelip de size bu budur dediğim zaman hop o alışveriş yok oluyor.
Mehmet Sinan Kuran, Ziyaret, Tuval üzerine akrilik, 120hx80w cm
Ç.A.U.:Size bakınca çok net görüyorum ki tam anlamıyla bir çağdaş sanatçısınız. Çağın imkânlarını kullanmayı bilen, onlarla eğlenmesini de başarabilen ve bu araçları kullanıp sunan birisiniz. Anlattıklarınız ve dertleriniz bu çağla oldukça örtüşüyor gibi geliyor. Üretim yaparken hiç iyi ki bu çağda doğmuşum, diye düşündüğünüz oluyor mu?
M.S.K.: Ben hiç mukayese yapmam biliyor musun? Adapte olmuşumdur ama. Benim mutlu olmak için birtakım gerekçelere ihtiyacım yok. Bugün hava güzel olursa, hava açık olursa, benim başım ağrımazsa, cebimde 20 bin lira olursa, bir de arabam olursa, vesaire, sevgilim olursa falan, işte şöyle yaparım, buraya giderim, mutlu olurum falan. Yağmur da yağabilir, cebimde 2 lira da olabilir, sevgilim de olmayabilir. Gidecek yerim de olmayabilir. Şurada, şu çimenlerin ortasına oturup, hayal kurarak geçen bulutları seyrederek de eğlenebilirim. Dolayısıyla ben zaten mutluyum. Bırakınca birtakım şeylerin peşini, aman illa da sevgilim olsun demeyince zaten geliyor. O bir anda doğallıkla oluveriyor zaten. Parayı kovalıyorsun, kovalıyorsun, kovalıyorsun, bulamıyorsun. Lanet olsun diyorsun, para istemiyorum diyorsun. Biri arıyor seni, bir iş imkanı çıkıyor. Onun için ben rahatım, ben keyifliyim zaten. Bu çağ da çok güzel bir çağ. Hem geçmişten parçalar var. Hem kömürle de resim yapabiliyorsun, AI’la da resim yapabiliyorsun. Harika bir şey. Hani bunlar hep şey, tool’lar(araçlar) çok fazla olduğu zaman, o zaman düşüncene uygun bir sürü şey bulabiliyorsun. İnsanlarla paylaşma imkanın olduktan sonra bir senfoni yazarmış gibi. Yani bir sergi yapacaksın, 200 tane esere ihtiyacın var. Düşünsene bir solo sergide 200 tane eser zaten zor olur. Ama 40 kişilik bir ekiple çalışıyorsan, sen şunu yap, sen de şunu yap, sen de şunu yap, sen de şunu yap, ben de bunu yapayım, sen de şunu yap, deyip bir ortak çalışma üretiyorsun. Senfoni gibi herkes çalışıyor, prova yapıyor. Sonra o eser oluştuktan sonra da o 40 kişilik ekip o senfoniyi çalıyor. Ve izleyiciler de 40 kişilik o müzisyenlerin çaldığı senfoniyi dinliyor. Düşünsene yoksa piyanonun başına geçip solo konser de verebilirsin, O da güzel bir şey. Ama Beethoven’ın 9. senfonisi olmaz o zaman mesela senin dinlediğin. Ben hem çağın imkanlarını hem de insanları kullanıyorum.
Mehmet Sinan Kuran, Lahit, Karışık malzeme, 60hx70wx110d cm
Ç.A.U.:İşlerinize sürrealist diyenler, minyatüre benzetenler var. Ama sizin bu benzetmelerle inceden alay ettiğinizi biliyorum Benim resimlerimi bir şeye benzetmeyin diyorsunuz değil mi, az çok takip ettiğim kadarıyla.
M.S.K.:Resim. Bu kadar.
Ç.A.U.:Evet, ama böyle müthiş bir işçilik var.
Bilhassa bir şeye benzeteceklerse duvar resmine benzetsinler.
Ç.A.U.:Olabilir. Bu bana mimaride, özellikle Orta Çağ eserlerinin dış cephelerinde sıkça rastlanan, hiç boşluksuz bezemeleri çağrıştırıyor. Buna ‘Boşluk korkusu’ ya da Latince adıyla ‘Horror Vacui’ deniyor zaten.
M.S.K.:Boşluk korkusu neden olur? Ya içine birinin girmesini engellersin her tarafı örerek ya da yaptığın kusurların görünmesini istemezsin.
Ç.A.U.:Sizde hangisi o zaman?
M.S.K.:İkisi de değil. Benim içimde bir yaratık var ve o yaratığa çok müteşekkirim. Çünkü ben resim yapmıyorum aslında. Ben kalemi tutuyorum sadece. O ne istiyorsa onu yapıyor. Ben eğer iyi bir şey yapıyorsam onu serbest bırakmamdır mesela o iyi şey. Yani resmi gerçekten ben yapmıyorum. İçimde bir çocuk falan da yok. İçimde bir insan, bir yaratık var yani. Bir canlı var içimde. Ben ona yabancılaştım. Sonra karşıdan iyice onu görüp de böyle tam olarak analiz edince ona güvenmem gerektiğini hissettim. Birkaç deneme yaptım. Baktım ki kararları son derece doğru. Çizim yaparken tamamıyla ona bırakıyorum dümeni. Ben arkaya geçip uyuyorum. İlişkilerde falan da şimdi onun sözünü dinlemeye başladım. Beni hiç yanıltmıyor. Ben sadece onun rehberiyim. İçimde de çocuk yerine aslında yaşlı bir insan var. O yaşlı insanı kullanıyorum toplantılarda falan. Yani bulunmak istemediğim ortamlarda iş toplantıları oluyor mesela. Özel bir anlaşma yapacağız, onların bilmem ne yüzü olacağım falan. Oradaki o toplantıya mesela diyorum ki amca sen takıl ben arkadayım geliyorum sonra konuşuruz. O oturuyor konuşuyor onlarla istediği gibi ama ben o değilim yani. Ben fiyat falan konuşamam ki zaten. Yani bana ne kadar istiyorsunuz dedikleri zaman ben yüz bin lira diyemem. Niye yüz bin lira diyeyim ki? Belki üç yüz bin lira, belki elli bin lira. Onu bilemem ben. Yani onun için o konuda biraz rahatım. Resim yaparken de çok yarıyor işime. Resim yaparken sadece kalemi tutuyorum ve seyrediyorum ne yapacak bu manyak diye. Ve harika şeyler yapıyor. Sonra bir anda bırakıyor kalemi. Bu üç saat de olabilir sekiz saat de. O arada zaman akıyor, geçiyor, gidiyor yani. Ve ondan sonra ben kalkıyorum yatmaya, uyumaya gidiyorum mesela. Ama ortaya çıkan şeyi çok beğeniyorum.
Lahit detay
Ç.A.U.:Bırakıyorum ve içimdeki o yaratık bir şeyler yapıyor diyorsunuz ya zaten o çok hissediliyor. Yani bir tanımlama yap deseniz resimleriniz için, bilinçli olarak bilinci yok ederek yapılmış derdim.
M.S.K.:Aynen. O bilinç hâlini boğup öldürdüm yani. Ben samimi söylüyorum, onu boğup öldürdüm ve hiç pişman değilim, çok da mutluyum. İyi ki öldürmüşüm. Çocukluğumdan beri hep beni büyütmeye çalıştılar. Hep direndim. Okulda öğretmenler, evde anne baba, akrabalar, arkadaşlar, iş yerleri, çalıştığım insanlar, politikacılar, polisler…Beni hep büyütmeye çalıştılar, hep ezmeye çalıştılar. Kendi şekillerine sokmaya çalıştılar. Ben hep uzak kaldım, onları zombi gibi gördüm. Ve sağlıklı kalmayı başardım, çocuk kalmayı başardım. Bana diyorlar işte, içinde çocuk var. Değil kardeşim, ben çocuğum zaten. İçimde çocuk falan yok, ben çocuğum. Ben dört yaşında neysem şu anda oyum. Sadece biraz daha farklı görünüyorum. O kadar işte. İnsanlar bunlardan çok uzaklaştı. Gerek yok. Doğal yaşayalım biraz.
Ç.A.U.:Serginizde ikonalar çok dikkat çekiyor.
M.S.K.:İkonaları seviyorum.
Mehmet Sinan Kuran, Roma I, Halı üzeri baskı, 76×100 cm
Ç.A.U.:İsa’ya göndermeler var o sahnelerde, başka ikonalar da var. O sahnelerle bize ne iletmek istediniz?
M.S.K.:Ben insanlara ulaşmaya çalışıyorum. İnsanlara ulaşmak için güzelliği kullanırsın, çirkinliği kullanırsın, korkuyu kullanırsın, şehveti kullanırsın, aşkı kullanırsın, dini kullanırsın. Ama Museviliği ya da İslam’ı kullanamıyorum, yasak çünkü. Hristiyanlık çok zengin resim, heykel vs. konusunda, estetik bir din. Bana o imkanı veriyor. Biraz da anlayışlılar bu konuda. İsa’yı istediğin gibi çizebiliyorsun. Mesela bugüne kadar İsa’yı pedofili olarak çizdiğimde bir tek insandan eleştiri aldım. Ama kilisede pedofili var. Yani şu anda 37 bin rahip Amerika’da tur atıyor. Denver’da annesi babası şikayet ediyor. Mahkeme evet o suçu işlediğini sabitliyor ama dokunamıyor biliyorsun polisler. Kilise Denver’daki rahibi Washington’a gönderiyor. Washington’dakini Miami’ye gönderiyor. Miami’dekini New York’a gönderiyor. 35 değil, 35 bin rahip dolaşıyor. Ben icat etmedim bunu. Müslümanlıkta da var. Ben de bunu söylüyorum. Dini kullanmak işe yarıyor. Çok insana ulaşabiliyorsun. Hayvanları kullanmak işe yarıyor. Doğayı kullanmak işe yarıyor. Ama en çok ne yarıyor? Aşkı kullanmak. Aşk herkesin zaafı çünkü.
Ç.A.U.:İkonalar konusunda görsel bir hafıza da var. Herkesin aşina olduğu figürler, tanıdık geliyor sonuçta. Oradaki hikâyeyi biliyorlar, alt mesajı da belki daha kolay veriyorsunuz tabii. Serginin sonunda da çağdaş bir anastasis sahnesi var. İsa’nın, cennet cehennemin olduğu o yargı sahnesi.
M.S.K.:Araf.
Ç.A.U.:Bize mutlak sonu mu hatırlatmak istediniz, yoksa geçicilik gibi bir şeyi mi?
M.S.K.:Sonu hatırlatmak istedim ama esas olarak şeyi hatırlatmak istedim. Cennet de cehennem de bu dünyada. İyi bir insan olursan cenneti yaşarsın, kötü bir insan olursan cehennemi yaşarsın. Orada soruyorum resmin karşısında, cennete mi gitmek istersin, cehenneme mi? Cennete derlerse sağdan götürüyorum onları. Cehenneme derlerse soldan. Ama tek bir noktada birleşiyorlar. Dolayısıyla ikisinin de olmadığını anlıyorlar. Ondan sonra perdenin arkasında da benim alternatif, kendime ait, öldükten sonra gittiğim dünyam var. Zaten bu dünyadayken de o dünyaya gidip resim yapıyorum işte. Ben diyorum gidiyorum ya mental olarak. Mental olarak o dünyaya gidiyorum zaten. Orada hiç insan yok. Hayvanlar var, bitkiler var ama insan yok. Orası orası yani. Gerçekten.
Ç.A.U.:Az önce bireysellikle suçlanıyorum demiştiniz, sorumsuzlukla. Tinsel kurtuluşun yaratıcılıkta olduğunu yazmışsınız bir yerde. Peki toplumsal kurtuluşu nerede görüyorsunuz?
M.S.K.: Birleşmekte, birbirimizi sevmekte, birbirimizi anlamakta, birbirimize kafa yormakta, kimseyi ötekileştirmemekte. Bağnaz, önyargılı, faşist… Onları bile sevmelisin. Sevmelisin, kendini İsa gibi düşün. Herkesi sen yarattın düşünsene. Bir ailede, beş kişilik bir ailede bir çocuk solcu olabilir, öbürü sağcı olabilir. Baba dindar olabilir, anne hafif meşrep olabilir. Ama her akşam oturup yemek yerler, eğlenebilirler. Anladın mı? O farklılıklar çok önemli değil. Ve insanlara en kilitlendiğin noktada bile iyi davrandığın zaman bir anda değiştiklerini görüyorsun. Ben bunu çok yaşadım. Dolayısıyla bana mesela seni Taksim meydanında çarmıha gireceğiz, derini yüzeceğiz, bütün o dövmelerini tek tek koparacağız kolundan diyen dincilere, kardeşim niye böyle şeyler yazıyorsun, kendi zamanını da harcıyorsun, beni de kötü şeyler düşünmeye zorluyorsun, yapma bir tanem benim, bak üç günlük dünya, hadi gel birbirimizi sevelim falan dediğimde ne diyorsun sen be falan diyor. Biraz daha üstüne gidince tamam abi, peki abi, haklısın abi, sen saygıdeğer bir abimizmişsin falan deyip hemen tatlıya bağlanıyor, anladın mı? Yani onları böyle sakinleştirebiliyorsun. Bu kadar bunları yapıp da tabii kendini gerçekten bir şey zannetmemen lazım. Hani böyle kendini Mesih gibi falan da görmemen lazım. Çünkü zaten doğal şeyler bunlar, böyle olmalıyız yani.
Ç.A.U.:Yaptığınız hiçbir resmi atmıyorsunuz, hatta silinmeyen kalemlerle çalışıyorsunuz. Bu, kendinizi yargılamadığınız anlamına geliyor. ‘Ne yaparsan yap, yaptığını seveceksin.’ gibi bir söyleminiz var. İşin temeli de bu gibi geliyor bana. Gençlere bu açıdan iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?
M.S.K.: Kimseyi iplemesinler. Gerçekten samimi söylüyorum. Evdekileri, babalarını, öğretmenlerini resimden bahsediyoruz ama değil mi? Yaratım anlamında bahsediyorsak tamamen kendilerinin bileceğiiş, ne istiyorlarsa onu yapsınlar. Kendilerini memnun etmek için yapsınlar, sürekli yapsınlar. Bu iş neticede kilometre işi, ne kadar çok yaparsan o kadar iyi yaparsın. Dolayısıyla başka insanları memnun etmeye çalışmasınlar çünkü zaten edemezler. Yani Ayşe’yi edersin, Fatma’yı edemezsin. Dolayısıyla hep kendini eğlendirmek için, kendini memnun etmek için…Sadece resim de değil aslında, ne yapıyorlarsa. Öyle yaparlarsa hem eğlenirler, hem de çok güzel işler çıkarırlar ortaya. Beğenilmez, takdir edilmez zannediyorsun ama değil, ediliyor. Çünkü bizimle aynı kafada insanlar çok, çok fazla. Dolayısıyla benim en önemli şeyim bu. Taviz vermesinler kendi çizgilerinden. Nasıl olsa hayat hepimizi bir yere getiriyor. Bir de en önemli şey genel olarak sanatla alakalı değil, gençlere söyleyeceğim şey… İyi gün, kötü gün diye ayrım yapmasınlar. Çünkü kötü gün olmasa iyi günün gerçekten bir anlamı olmazdı. Geleni yaşasınlar. Ben kötü bir şey yaşarken sevinirim mesela. İyi bir şey geliyor, yolda yaklaşıyor. Onu hissederim. Bu kadar.
Ç.A.U.:Son olarak; bundan sonraki yolculuğunuzda genç sanatçıları desteklemek istediğinizi söylüyorsunuz. Bir de kolektif işler yaptığınızı da az çok biliyoruz. Biraz anlatır mısınız, bu kolektif çalışmalarda neler yapıyorsunuz, nasıl ilerliyor?
M.S.K.:Çok güzel hazırlanmışsın bu arada. Çok tebrik ederim. Gerçekten çok zevkliydi seninle konuşmak. Sekiz sene önce benim kafam bir kırıldı. Bireysel başarıları ileriye götürmeye çalışıyordum. Yani yurt dışında sergi de açayım, daha yüksek fiyatlara, daha başka koleksiyonerlere de ulaşayım, müzede sergi yapayım. Orada bilmem ne yapayım falan filan. Sonra o kırılma noktasında şeyi hissettim. İnsanlardan çok uzaklaşıyorum. Ve bunu istemiyorum. Ben aslında insanlarla birlikte bir şeyler yapmak istiyorum. Orada onu hissettikten sonra bir duvar resmi esnasında hissettim onu. Çok spontane gelişti. O histen sonra hep artık kolektif projeler yapmayı düşündüm. Ve ondan sonraki ilk sergim İntrovert sergisiydi. İntrovert sergisinde de on Kadıköylü genç artistle çalıştım. İlk defa kafamdaki o düşünceleri çeşitli boyutlarda, farklılıklarda da görmeye başladım ve o büyüleyici bir şey. Birçok insanla bir arada çalışıp bir şey oluşturmak, bir şey meydana getirmek. O günden beri de sürekli…
Ç.A.U.:Sadece paylaşmak yetmiyor. Bir de dahil etme kısmı var…
M.S.K.:Dahil etmek müthiş bir şey. Çünkü genç sanatçılara da yol gösterici oluyorsun. Biraz onlar senden yararlanıyor, sen onların dinamizminden yararlanıyorsun. Onlara nasıl para kazanılır onu gösteriyorsun. Değişik insanlarla tanışıyorlar. Ufukları genişliyor. Level atlıyorlar. Bunu hepimiz yapabiliriz birbirimize aslında. Sen de bana yararlı olabilirsin, ben de sana yararlı olabilirim. Ve bunu keşfettikten sonra zaten geriye dönüş yok. Ondan sonra hep böyle projelerde çalışmaya başladım. Sürekli derneklerle çalışıyorum. Ve sevgilime gidip dedim ki ben artık para kazanamayacağım herhalde. Niye, dedi. Dedim, çünkü bireysel başarıları terk ediyorum artık. Zenginlerle yatıp kalkmak, onlarla kokteyl yapmak, onlara ulaşmaya çalışmak falan dedim, onları kesiyorum. Ne yapacaksın, dedi. Ben dedim, kolektif projeler yapacağım. Anlattım kafamdan geçenleri. Ne istiyorsan öyle yap, dedi. Mesela öbür tarafta daha çok para varmış. Benim seçtiğim yolda. Bunu tahmin edemedim ben tabii o zaman, çünkü paylaştıkça artıyor ya. Firmalar falan danışmanlık teklif ediyorlar. Ben bir resim satıp kazandığım parayı ya da iki, üç resim satıp kazandığım parayı ayda maaş olarak almaya başladım. Üstelik hiçbir şey yapmama gerek yok yani. Sadece fikir üretiyorsun. Onun için bu değişmez bir kural, paylaştıkça artar. Gerçekten denenmiştir. Doğruluğu ispatlanmıştır benim için ve mükemmel bir rahatlatıcı. Bunları zaten düşündükten sonra da mutlu olmamak için bir sebep yok. Düşünsene şimdi -ama çoğu insan beceremiyor- ben çok mutluyum, fazlam var, sen mutlu değilsin, seninle paylaşmak istiyorum.