E. Gros-Kost: Courbet Zamanındaki Anılar (VII. KADEHLER ARASINDA… YÜKSELSİN KALPLER!)

Share Button

VII. KADEHLER ARASINDA… YÜKSELSİN KALPLER![1]

Çeviren: Deniz Gökduman

Gustave Courbet, Alplerin Panoraması, (1876), T.ü.y.b. 64 cm x 140 cm, Geneva

 “Şarapla ayaklanmak, — iyi yürümek için iyi içmek, — işte uzun ömür sürmek isteyen neşeli insanların mottosu.”

“Şarapla ayaklanmak” Courbet’nin de parolasıydı. Çok içerdi ve çok üretirdi.

Münih yolculuğu onun için çifte bir zafer oldu. Resimleri büyük beğeni topladı. Ama ondan da önemlisi, bira içme başarısıydı: herkesi solladı.

Bu yolculuğu anlatma biçimi çok kendine özgüydü. Bira konusundaki başarıları, bazen resimle ilgili zaferlerini bile gölgede bırakırdı.

Biraz daha üsteleyen olsa, sanata olan yeteneğinden çok içki konusundaki “başarılarıyla” gurur duyabilirdi.

İşte Münih’teki o günlerini böyle anlatırdı:

— Münih’e vardım, diyordu…

— Fena bir şehir değil. Kadınlarının memeleri gerçek, hepsi tombul, hepsi şehvetli, hepsi sarışın. Her yer bira salonu. Tütün ucuz. Ama ne yazık ki bir sürü sanatçı var.

Bana ilk sordukları şu oldu:

— Resim getirdiniz mi?

Ben de dedim ki:

— Büyük bir susuzluk getirdim. Hadi bir bira içelim.

Dumanlı bir salona girdik. Yerli halk, bira tanrıçası Canette’ye ibadet ediyordu adeta.

Bana dediler ki:

— Bir bardak istiyorsunuz; için. Bizim bardaklarımız sizinkilere benzemez. Bunlar, zar zor bir damla içki yudumlanan o küçük hanım fincanlarına benzemez. Bizim bardağımız bir fıçı değerindedir.

Bir bira içtim, sonra bir tane daha, sonra bir tane daha… Diğerleri kalkmaya yeltenince onları durdurdum:

— Daha erken, bir tane daha içebiliriz, dedim.

— Oooh! dediler, sen bizim birayı sevdin galiba. Öyleyse içelim!

Bir, iki, üç bira daha içtim. Derken adamlar resimden bahsetmeye başladı. Beni, çok ünlü bir ressamın atölyesine götürmek istediler. Orada olağanüstü manzaralar görecekmişim.

Vendome Meydanı, Paris

Ben de dedim ki:

— Olağanüstü manzaralar görmek istemiyorum. Ben zaten kendim yapıyorum. Bir bira daha içmeyi tercih ederim.

— Oooh! dediler, bizi küçümsüyorsun galiba. İyi içiyorsun ama sonunda sarhoş olacaksın!

— Bahse varım sarhoş olmam!

— Bahse varım masanın altına yuvarlanırsın!

— Gretchen! Biralar!

Her çeyrek saatte bir Baviyeralı yere yığılıyordu. — Belediyenin bu büyük içki mücadelesini duyması üzerine, karşı meydana aceleyle bir sahra hastanesi kuruldu ve düşenler oraya taşınıyordu. — Beni meyhaneye getiren ressamlardan sonra, sıra sanat meraklılarına gelmişti.

150 hukuk öğrencisi, 200 tıp öğrencisi, 69 ilahiyat öğrencisi, 2000 bira üreticisi, 500 pastırma satıcısı, 300 lahana turşusu imalatçısı, 82 veteriner, 50 papaz ve 18.000 emekli yere yığıldı.

— Özellikle papazlara ve ilahiyatçılara hakkını vermeliyim; bu zorlu sınavda öyle bir direnç ve beceri gösterdiler ki, kilisede büyük bir gelecekleri olduğu kesin.

Saat birde kalktım. Salonda, sokakta, meydanda, evlerde, hatta yer altı mezarlarında bile benimle bir kadeh daha tokuşturacak kimse aradım, ama yoktu.

Kadınlar çocukları alıp kaçmıştı. Erkekler savaş alanı gibi yerde seriliydi.

Otele döndüm. Hâlâ susamıştım. Yanımda getirdiğim Salins şarabından bir şişe açtım; Münih’te meyhane bulamam diye önlem olarak almıştım.

Sabah büyük bir kalabalığın bağırışlarıyla uyandım: “Yaşasın Courbet! Yaşasın yüce içici!” diye bağırıyorlardı.

Pantolonumu giydim, pencereye çıktım, kendime özgü bir söylevle kalabalığa teşekkür ettim.

Çiçekler attılar. Taçlar fırlattılar. Dünkü içki arkadaşlarım —ayılmalarına rağmen hâlâ mide bulantısıyla— beni omuzlara almak istediler.

Vendome Sütun detayları

Her zaman mütevazı biri oldum. Reddettim.

“Münih’ten ayrıldığımda, tam 422 yeni realist akademi kurulmuştu.”

İçmek, hayal gücü kuvvetli insanlar için affedilebilir bir tutkudur.

Kuru bir beyin üretmeyi reddettiğinde, biraz eski şarapla sulamak yeterlidir.

Ahlakçılar böyle düşünmez. Ama ahlakçılar budaladır.

Mesele, ölçüyü kaçırmamaktır. Ne yazık ki Courbet o ölçüyü epeyce aşmıştı.

Hapisten çıktıktan sonra, memleketini tekrar görmek istedi. Ornans’a gitmeden önce birkaç gün Besançon’da kaldı.

Kuşatmanın acıları ve tutsaklık yüzünden saçları ağarmıştı, yüzü çökmüştü.

Eski neşesi biraz biraz geri geliyordu ama zorlanarak. Henüz unutulmamış anıların ağırlığı altında eziliyordu.

Geldiği akşam, dostları onu “Kürekçiler Kulübü”ne götürdü. Besançon’da da —başka yerlerde olduğu gibi— böyle bir kulüp vardı.

Kürekçilik modası, İngiliz özentisinden doğmuştu ama bu dağlık bölgede kayıklar pek işe yaramazdı.

Buradaki kürekçiler şen şakrak gençlerdi; derin sularda kürek çekmekten çok, güzel şarapları yudumlamayı severlerdi.

Ama o akşam, içlerinden biri Courbet’ye büyük bir saygısızlık yaptı.

Courbet tam oturmuş, garson biralarını getirmişti. Herkes onun dönüşünü kutlamak için kadeh kaldıracaktı ki…

Bilardo masasında oyun oynayan bir adam birden seslendi:

— Hey! Sen Courbet değil misin? Kolonu deviren sendin değil mi?

— Evet, ben Courbet’yim, dedi ressam.

— O hâlde, bizimle içmeye layık değilsin!

Adam masaya yürüdü, Courbet’nin bardağını kaptı ve yere çarparak kırdı.

Salondaki herkes öfkelendi. Adamı linç etmeye kalkıştılar. Neyse ki araya girenler oldu.

Adam hemen kulüpten atıldı. Utanç içinde dışarı çıktı ve bir daha da kendisinden haber alınamadı.

Versailles’da, Réservoir Bulvarı’nda zaten hayat kadınlarının şemsiyesiyle yüzüne vurulmuştu. Züppe takımından tükürük yemiş, çocukların çamur fırlattığı olmuştu.

Ama son tokadı kendi memleketlisinden yedi.

Bari bu cesur bakkalın geleceği parlak olsun…

24 Mayıs’taki bu olay Courbet’yi Fransa’dan uzaklaştırdı.

Talihsizliğine bakın ki, İsviçre’de Tour-de-Peilz’e yerleşti.

Meclis’in, Paris’teki Vendôme Sütunu’nun masraflarını ona yükleyen kararı, aslında dolaylı bir sürgün cezasıydı.

Sığınmak zorunda kaldığı ülke bir içki düşkünü için tam bir cehennemdi.

Sert topraklarında yetişen beyaz şaraplar halkı zehirliyordu.

Orada yaşlılara rastlanmaz; herkes genç yaşta ölür. Su kıt olduğu için çok içki içilmesini mazur görürler.

Hatta bu yüzden yöre yasaları değişmiş. O kadar çok dul kalmış ki, onlar için özel düzenlemeler yapılmış: Dul Kadınlar Kanunu.

Her yıl bağ bozumu tarihi, üzüm üreticileri toplantısıyla belirleniyor.

Hiçbir üretici, açgözlülük edip erken hasat yapamasın diye.

Ama dul kadınlar bu kuralın dışında tutulmuş.

İstedikleri zaman hasada başlayabilirler. Bu, hem satış kolaylığı sağlıyor hem de komşular yardım edebiliyor.

Bugünün bağbozumları, dünkü bağbozumlarında eşini kaybeden kadınlara ait olmasın mı?

Kimi buna “tüketime teşvik” diyebilir ama bizce haklı bir tazminattır.

İşte Courbet, böyle bir diyarda sığındı.

Herkes gibi, o da oranın şarabını içmek zorundaydı.

O dönemde yaptığı bir tablosu bile, bir mahzende yere oturmuş insanlarla içki içtiğini gösteriyor. Tek bir bardak dolu duruyor ve sırayla elden ele dolaşıyor.

Courbet gitgide daha çok içti.

Hem alışkanlıkla, hem de unutmak için…

En sonunda İsviçre absenti aklını çeldi. Su yoktu; o da beyaz şarapla aperatif yapmaya başladı.

Siroz oldu ve bu onu götürdü.

Bir sahte doktor, onu Chaux-de-Fond’a çağırdı ama sadece hastalığını ağırlaştırdı.

Tour-de-Peilz’e geri götürülmek istenince, karın şişliği öyle artmıştı ki Bern garından özel vagon istemek zorunda kaldılar.

Kısa süre sonra öldü.

Sürgün insanı işte böyle öldürür.


[1] Bu yazı E. Gros-Kost’un, 1880 yılında yazdığı “Courbet Souvenirs in Times” adlı kitabın 7 bölümü olan “Inter Pocula… Sursum Corda”nın çevirisidir. Cervaux, Libraire-Éditeur

Share Button

Yorumlar kapatıldı.