Nuray Yılmaz: Unutturmanın Politikasına Karşı Hatırlamanın Sanatı: Eda Çığırlı’nın Hafıza Adlı Sergisinin Düşündürdükleri

Share Button

Bir gün hafızamızı kaybedecek olmak düşüncesi hepimizi korkutur. Çünkü hafıza demek kimlik demektir, varlığımızın bilincine varmaktır. Gelecek, geçmişin şimdideki tezahürü olan hafızanın üzerinde inşa edilir. Yoko Ogawa bu temel korkulardan biri olan hafızanın yitimi korkusunu, distopik bir roman olan Hafıza Polisi’nde işlemiş.[1]

Hafıza polisi, adı bilinmeyen bir adada geçer. Bu adada bazı nesneler günbe gün kaybolur, önce şapkalar, sonra kurdeleler gider. Sonra kuşlar, güller ve diğerleri… Nesneler yok olunca Ada halkı onları çağrıştıran her şeyi de yok etmek zorundadır. İmha işlemini gerçekleştirmezlerse ya da bu varlıkları hatırlamaya devam ederlerse o noktada işe hafıza polisleri dâhil olur, çünkü unutmanın koşul olduğu adada hatırlamak ve anılara tutunmak bir çeşit isyandır, suçtur. Hafıza polisi her şeyin unutulduğundan emin olmak için devriye gezer, insanları sorguya çeker ve anılarını bırakmayan insanlar da tıpkı nesneler gibi bir anda kaybedilebilir.

Hatırlatıcı izler yok olunca hatırlamak da çok zordur.  Nesnelerin yerini boşluk alır, nesnelerin boşluğu arttıkça insaların kalplerinde de boşluk büyümeye başlar. Kalpleri boşalan insanlar giderek daha duygusuz, en ilkel ihtiyaçlarının peşinde koşan insanlara dönüşür. Anıların eksilmesiyle dünyanın küçülmesi sonunda da yokoluş gelir romanda. Tıpkı bireysel düzlemde hafızanın dejenerasyonuyla örneğin bunama yoluyla benlik bilincinin yitirilmesi gibi, bir ada toplumu nerdeyse bütünüyle toplumsal kimliğini ve kültürünü yitirir. Geriye kalan ise ilkellikten başka bir şey değil.

Yaşadığımız çağda unutmak/unutturmak için elbetteki hafıza polsine gerek yok, yaşadığımız çağdaki hız, enformasyon bombardımanı,  gelenekle bağların kopuşu, sosyal bağların gevşemesi gibi pek çok yolla hızla unutan varlıklar haline geliyoruz. Pierre Nora, artık hafıza yok diyor Hafıza Mekânları[2] adlı kitabında. Geleneksel toplumdan kopuşla beraber hafızanın yerini tarihin aldığını söylüyor. Yaşayan hafızayı, tarih bilminin yuttuğunu ifade ediyor. Tarih ve hafıza arasında önemli ayrımlar yapıyor.

“Bugün hafıza diye adlandırdığımız her şey artık hafızanın dışındadır, bütün bunlar çoktan tarihin malı olmuştur.” (Nora, s. 24).

“İz, mesafe, aracılar söz konusu olduğu andan itibaren, artık gerçek hafızayı bırakıp tarihe geçmişiz demektir. Geleneğin alışılmış düzenine gündelik bir bağlılık gösteren Yahudilerin durumunu düşünelim. Onlarınhafıza toplumu” haline gelişlerinde tarih kaygısına yer yoktu, ta ki modem dünyaya açıldıklarında tarihçilere ihtiyaç duymalarına dek.”(Nora, s. 18-19)

Hafıza ve tarih: Bunlar eş anlamlı değildir, der Pierre Nora, hatta onlan birbirleriyle zıtlaş­tıran çok şey vardır der.  Hafıza her zaman yaşanan gruplar tarafından üretilen yaşamın kendisidir. Hafıza anımsama ve unutma diyalektiğine açıktır.  Devamlı bir gelişim halindedir. Tarih ise artık bulunma­yan şeylerin yeniden oluşturulmasıdır, ama bu hep sorunlu ve eksiktir: Hafıza, her zaman güncel bir olay, sürekli şimdiki zamanda yaşanan bir bağdır; tarih ise geçmişin bir tasavvurudur (Nora, s.19) Hafıza hatırayı kutsallaştırır, tarih ise hatırayı kapı dışarı eder. Nora’ya göre tarih, gerçek hafıza alanlarını işgal etmiş, bireysellikten, duygudan, hatıradan arındırılmılş evrensel bir geçmiş kurgusu oluşturmuştur. Bu noktada toplumların gerçek yaşantıya (hafıza) dayalı kimliklerinden koptuğunu, gerçek hatıranın izlerinden kopuk, kurgusal bir antite olan tarihe dayalı toplumsal kimliklere geçiş yaptığını çıkarsamak yanlış olmaz.

Hafıza bir hazine, bir kara kutu, kaydedilen bir geçmiş değildir. Daha çok bir nehir gibi, akıp giden zaman ve mekânla genişleyip daralan ve esasında şimdide var olan bir yapıdır. Hafıza bireyden topluma, toplumdan bireye akan, nesnelerde, mekânlarda, dilde, bedende varlığını sürdüren, insanı var eden, varlığı yaşama bağlı kılan şeydir. Canlandıranın şimdiki bilinci, şimdiki deneyimi, algısı, ihtiyaçları, benliği ışığında geçmişin şimdide canlanması ve geleceğe uzanması diyebiliriz hafıza için. İnsan da hafızaya sahip olan aynı zamanda hafızanın ürünü olan bir varlıktır. Tarih ise geçmişi müzelerde, anıtlarda, kitaplarda dondurur, zamansız bir varlık haline getirir. Geçmişle ruhsal olarak yeniden ilişkilenmek ancak anımsamakla olur. Tarih hatırayı, hafızayı ve anımsayanı dışladığı ölçüde geçmişle ruhsal olarak yeniden ilişkilenme toplumsal düzeyde imkânsız hale gelir. Tarihin yuttuğu hafıza alanlarını yeniden inşa etmek, geçmişe yeniden can vermek, toplumların geçmişleriyle bütünleşmesi için olmazsa olmaz görünmektedir. Kuşkusuz her coğrafya anımsanması acı veren olgularla doludur. Hafıza alanlarının yeniden inşası, geçmiş acıların bir anlatı alanı bulması, geçmişle yüzleşme ve toplumların geçmişin yükünden arınıp barışması ve sağaltılması için de yegâne yol gibi görünmektedir.

Hafızaya kaydedilen yaşantı anlamlı bir hikâyedir.  Bir yaşantının anıya yani hikâyeye dönüşebilmesi aynı zamanda onu unutulabilir yapar. Unutulamayan ya da yeniden kurgulanılamayan geçmiş yaşantılar, aslında belleğe bir hikâye olarak kaydedilememiş, donmuş imge, duyu ve duygu parçalarıdır. Travmatik hafıza kelimesiz ve değişmezdir. Zaman içinde gelişmez, yoruma tabi tutulmaz. Bir anlatı oluşturmayan imgeler, duyumlar kişi hatırlamak istediğinde hatırlanmaz ancak ansızın anlamsız bir şekilde bilince zuhur eder. Travmatik yaşantılar kişisel hikâyenin parçası olmayan, kişiyi tehdit eden birer hortlak gibi manasız varlığını sürdürür zihinde ve bedende. Kayıt doğru yere yazılamamıştır, bütünlüklü değil parça parçadır. Bu parçalılılık kişinin benliğinde tehdit unsuru yaratır.

Geçmişin istilasından özgürleşebilmek için evvela hatırlamak gerekir. Hatırlama için verilen her uğraş aslında unutmayı da mümkün kılacaktır. Travma psikoterapisinin amacı kelimesiz ama gürültülü olan yaşantıya kelime vermek,  anlamsız olana anlam verebilmektir. Böylece kötü bir anı da olsa anı haline gelebilen geçmiş yaşantı, benliği tehdit etmekten, benliğin enerjisini emmekten çıkar. Bir olayı bir kişiyi gerçekten geçmişe ait kılabildiğimizde artık yüzümüzü geleceğe dönebiliriz. Aksi takdirde enerjimizin büyük bir kısmını biz farketsek de etmesek de yutar, bizi geriye çeker, büyümemize engel olur.

Bu toplumlar için de böyledir. Ancak toplumlar söz konusu olduğunda travmatik geçmişin hatırlanmasını değil unutulmasını yeğler iktidarlar. Unutturmanın politikasını güder. Geçmişe dair olaylar örtbas edilir, nesneler yok edilir, konuşmak yasaklanır. Bu unutma gerçek bir unutma değil aslında yüzleşilemeyenin inkâr edilmesi, olmamış gibi yapılması, dolayısıyla yalanla ve yanlışla yaşamanın pratiğidir. İnkâr bugünü kurtarabilir, olumsuz benlik durumlarından, kaygıdan, iç çatışmalardan koruduğu için inkâr kolay bir yol olarak zaman zaman herkesin başvurduğu bir yol olabilir. Örneğin çocuk ve ergenler benlikleri çok güçlenmediği için sarsıcı durumlarda sıklıkla başvurur inkâra. Ancak yetişkinler ve toplumlar söz konusu olduğunda sık sık inkâra başvurmak olgunlaşamamanın bir göstergesi kabul edilir. Demokratik toplumlarda liderlerin ve iktidarların görevi toplumun gelişimine katkı sunmaktır oysa, güdükleşmesine ya da yalanla yaşamasına değil.

Travmatik olaylar her zaman kayıpla ilgilidir. Mağdurlar ve suçlular vardır travmanın içinde, dolayısıyla mağdurun hakkı teslim edilmedikçe, yaralar sarılmadıkça, kaybın yası tutulmadıkça insanın da toplumun da içi çölleşir. Acıdan öğrenmeyen yeni yara açmaktan kaçınmaz. Kayıplar tekrarlar, travmalar tekrarlar. Yaşam renkli, canlı, yaratıcı bir yer değil, kaygı, suçluluk ve ölümü gölgesinde seyreder. Arkada bırakılanın yasını tutacak zaman yoksa, varılan durakta yerleşip köklenmek pek mümkün olmaz. Yası tutulmayanın defteri kapanmaz, ayaklara dolanır geçmiş, büyümek biraz da acıdan geçmek demek değil midir?

Peki modern toplumların gelenekten kopuşuyla doğal hafıza alanlarının kayboluşu, yani yaşanan tarihin doğrudan aktarım pratiklerinin kesintiye uğraması, üstüne iktidarların unutturma politikaları karşısında ne yapabiliriz? Geçmişle yüzleşmek, travmalarımızla ve acılarımızla yüzleşmek için ne yapacağız?

İşte bu noktada sanatçılar iktidarların yapmadığını yapabilir. Toplumun hafızasını temsil edebilir ve hafızanın taşıyıcısı olabilir. Konuşalamayana ses, biçim verebilir. İnkâr edileni gün yüzüne çıkarabilir ve gerçeği temsil yoluyla işlenebilir, bakılabilir, duyumsanabilir hale getirebilir.  Psikoterapinin bireyler için yaptığı bu ses verme, hikâyeleştirme eylemini sanat ve sanatçılar yapabilir. Sanatçı kendi sezgisi ve kavrayışı sayesinde acının kaynağına inebilir, acıya kendi sanat dilinde bir dil verir ve toplumun dilsiz geçmişini konuşulabilir hale getirebilir. Bir yüzleşme alanı açar.

Unutmanın politikası karşısında hatırlamanın sanatını büyütmek mümkündür. Eda Çığırlı’nın Hafıza adlı sergisini hatırlamanın sanatına bir katkı olarak düşünüyorum ve kendisine minnetimi ifade etmek istiyorum.


[1] Yoko Ogawa; Hafıza Polisi, çev. Peren Ercan, Kafka Kitap, 2021

[2] Pierre Nora; Hafıza Mekânları, çev.;Mehmet Emin Ozcan, Dosl Kitobevi Yayınlan

2006

Share Button

Yorumlar kapatıldı.