Eda Çığırlı’nın “Düşler” sergisinden esinle…
Düşler öyle bir kesişme noktasında duruyorlar ki hem felsefe-bilim geleneğine hem din-mitoloji ağına hem de sanata sızmışlar, şekil alırken şekillendirmiş, anlatırken anlatılmışlar. Düşlerin bu karmaşık varoluşu gerçeklikle karşıtlık konumunu sorgulatırken özellikle beni olanağı ve kaynağı ile ilgili düşünmeye götürdü. Bu yolculuk düşlerin ruhsallıktaki yerine bakmamı kaçınılmaz kıldı, aynı zamanda da sanatla benzer doğasına kayıtsız kalamadım. Eda Çığırlı’nın “Düşler” adlı sergisinde gördüğüm eserler hem çıkış hem de bir bakıma varış noktam oldu.
Rüyaların bilimsel olarak açıklanma girişimi yaklaşık 100- 150 yıl öncesine dayanıyor olsa da insanın rüyalarla ilgili düşünme serüveninin bu kadar kısa olduğu sanılmamalı. Yunanlılar’ın geleneğinde rüyaları Tanrılar gönderir. Rüyalar hem yol gösterici hem gelecekten haber veren işlevlere sahiptir. Hatta Homeros İlyada adlı destanında Truva savaşını bir düşün tetiklediğini anlatır. Zeus, Agamemnon’a Troya’yı alabileceğini söyleyen bir düş gönderir örneğin. Düşlerin gerçeğe sızdığının ipuçlarını veren bu mitte, düşlere insan eylemlerini biçimlendirme rolü verilmesinin anlamı nedir? Düş gerçek ilişkisindeki karşıtlık görünümünün bize söylediği nedir? Bu sorular düşlerin kaynağına götürdü beni. Kaynak ise çocukluğa hatta bebekliğe sürükledi? Çocuklukta oyun, düş, sanat ilişkisine…
Henry Bauchau “Mavi Çocuk” adlı romanında duvara asılmış bir resimden söz eder. Sarı kumlar ve birkaç palmiyenin olduğu küçücük mavi bir adadır bu. Ergenlik döneminin başlarında dış gerçeklikle bilinen biçimde ilişki kuramayan, normallerin dünyasında sıkışmış Orion adlı bir çocuğun çizdiği bu resim bir düşü betimler. Ruhsallıkla düşlerin, çocuklukla sanatın ve tabi oyunun birbirine kardeş doğasını duyuran bu betimlemede görünmeyeni görünür kılma gayretini sezmemek elde mi?
John Berger’in Görme Biçimleri kitabı şu ifadeyle başlar: “Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.”
Nesneleri görme deneyimlerinin belki de ilki bebeğin dağınık deneyimlerinin içinde annenin yüzüne bakmasıyla ortaya çıkar. Çocuk psikanalisti Winnicott “Bebek annenin yüzüne baktığında ne görür?” diye sorar. Cevabı şöyledir “Ben bebeğin normalde kendisini gördüğünü iddia ediyorum.” Buradaki “kendisi” kavramı annenin bebeğe bakarken ne gördüğüyle bağlantılıdır aslında. Burada gören ve görünen ikilikten çıkarak ilişkisel dinamik bir bütünlüğe dönüşmüştür. Bu bütünlük Winnicott’a göre annenin bebeği kucaklaması, tatmin sağlayan davranışı sayesinde yanılsamalı güvenli alanda tümgüçlülük korunarak gerçekleşir. Yaratıcılığın ilk tohumu atılmıştır. Güvenli alanda her şeye gücü yeten bütünlüklü bir varlık olarak kaynak kendinde duyumsanmıştır.
Diğer taraftan bebek kadiri mutlak değildir hazza kilitlenip kalması karşısında gerçekliğin hatırlatıcı gücü oradadır ve bunu bebeğin deneyimlemeye ihtiyacı vardır. Annenin yavaşça bu gücü hissettirmeye başlaması bebeğin ihtiyaçlarını karşılamak konusundaki yetersizlikleriyle ortaya çıkar. Annenin yetersizlikleri bebekte hayal kırıklığı yaratmaktadır. Bebek sonsuz hazzın olduğu kadiri mutlak konumundan annenin de desteğiyle oluşturduğu bu yanılsamadan nasıl çıkacaktır? Tekrar yaşantıları (annenin her gittiğinde geri gelmesi) zaman sınırını ve süreç duygusunu geliştirmeye başlayacak, zihinsel faaliyetlerin başlaması kendine yönelik tatmine başvurmasına olanak sağlayabilecek, geçmiş- şimdi- gelecek bütünlüğü, bellek düzenekleri, yeniden yaşama ve konumuz olan düş kurabilir hale gelme bebekte büyürken olan değişiklikler olarak ortaya çıkacaktır. Böylece bebek ile dünya (gerçeklik) arasında ilişkinin olanağı doğmuş olur. Bu çok yaratıcı bir alandır. Winnicott bu alanın ne çocuğun ruhsal gerçekliğinde ne de ortak gerçekliğimizde olmayan bir üçüncü alan olduğunu söyler.
Gerçeklik ve düş birbirlerine çoğu zaman karşıt olarak konumlandırılıyor olsalar da insanın bu büyüme serüveninden anladığımız ayrı düşünülmelerinin mümkün olmadığıdır. Çocuk düşleyebilmesi sayesinde gerçek nesneleri yaratıcı ara alanına kabul eder, yeniden dizayn ederek, değiştirerek oyunlar kurarak kendinden geçer. Gerçeği alıp taşıyabilmesi için düş kurabiliyor, rüya görebiliyor, oyun oynayabiliyor olmak koşulunu seziyordur çocuk. Yetişkin dünyamızı solduran, bu derin hakikatten yoksun oluşumuzdur sanki.
“Hayalci doğruyu kendine karşı yalanlar, yalancı ise başkalarına karşı” der Nietzsche.
Düşler belki de bir çeşit yalanlardır. Gündüz düşlerinde düş gördüğümüzün farkında oluşumuz yalanı daha görünür kılar. Rüyalar ise ki uykuda gördüğümüz düşlerdir yalanla mesafemizi açmaya soyunmuş gibidir. Çocukların mış gibi oyunlarında gerçeğe karşılık oluşturdukları kurgularda görürüz yalanları. Kendilerine yalanlarında keyif ve akış vardır. İvedilikle girmek istedikleri yetişkin dünyasına alışmaya çalışan çocuklar oyunla kaygılarını da taşırlar bir bakıma. Kiergegard “Çocukları gözlemlediğimizde, kaygının belirli olarak maceraya, korkunç, esrarlı olana yöneldiğini görürüz. Bu kaygı çocuğa özsel olarak aittir, onsuz yapamaz. Kaygıya kapılacağını bildiği halde, haz veren bu kaygılılık haliyle sarmalanır.” Çünkü düş görebiliyor olması onun gerçeğidir.
Freud da sanatsal ilk dışavurumların çocuklukta aranmasının uygun olduğundan söz eder. Çocuk kendi yarattığı bu zevkli dünyada tıpkı sanatta olduğu gibi karşılaştığı nesneleri düşleriyle yeniden düzenlemiştir. Freud’a göre düşlemlerle çocuk oyunları arasındaki tek fark çocuk oyunlarının gerçeğe yaslanıyor yani nesneleri kendi düşsel evrenini yaratmakta kullanıyor olmasıdır.
Çocuk, düşleriyle kurduğu oyun alanında haz dalgalarının öznel dünyasına nesnel olguları katmasıyla yavaş yavaş kendisini gerçek dünyaya yerleştirirken ayrılmayı da öğrenmektedir. Bu süreç bir bakıma ömür boyu sürer Winnicott’a göre “Gerçekliği kabul etme işi hiçbir zaman tamamlanmaz” der. Çocuklukta ara alanın imkân tanıdığı oyunla başlayan bu uğraşı kültür dünyasının içine giren yetişkinde sanat, din, felsefe, bilim uğraşıları olarak devam eder. Tüm bu kültürel olguların yaşama dünyasında simgesellikle yani dille ilişkisi açıktır. Kökeninde imgesel olanın da bu kadar önemli bir yer tuttuğunu unuturuz sadece. İmgeler sanatta, mitolojide ve tabi hayal ve rüyalarımızda karşımıza dikildiğinde bize kendilerini duyurur. Nereden geliyorlar? Bir şiir mantıksal olanın ötesine nasıl sürüklüyor bizi? Bir resim karşısında kalakalmamız neden? Bir arkadaşımızla vedalaştığımızda “vardığında haber ver” dememizin anlamı nedir? Tanrı veya tanrıların büyülü dünyasına bu bağlılık ve esrime nasıl olur? En işinde gücünde araçsal aklın hükmünde yaşayanımızın bile falla kurduğu şaşırtıcı ilişki, ya da rüya tabirlerine bu meylimiz?
Düş kurma ve rüya görme bir kapasite işidir o halde, zihinselliği yeterince devreye sokamayan yeterince aynalanmamış, kucaklanmamış ya da gerçek nesnelerle bağ kurmasına olanak tanınmayacak kadar içe alınmış çocuk düş kuramaz, ama kendisi düş olur. Ruhsal çözülmeler ve psikotik dehlizler bu türdendir.
Bu açıklamalar belki bize düşlerin ve sanatın sırrını vermez ama kaynağı ve olanağının ipuçlarını sezdirir. Bununla beraber hatta insan yaratımının değerinin yeniden ele alınmasını sağlayabilir.
Maurice Merleau-Ponty ressam için “ Alışılagelmiş görüşün görünmez sandığına görünür varoluş verir” der. Ruhsallığın ara alanda işleyişinde yaratıcılık bebeklikte düşlerle ateşlenen ve hala gizemini koruyan muhtemel ki koruyacak olan bir itkidir. Görünmez olanı görünür kılmanın gücü nasıl açıklanabilir ki? Cezanne “Size anlatmak istediğim daha gizemlidir, varlığın köklerine, duyuların ele gelmeyen kaynağına karışmıştır.” derken bu sırdan söz ediyor gibidir.
“Ya artık bir daha rüya görmezsem? diye düşünerek titremiştim, toz toprak olurdum.” diyor Helene Cixous “Rüya Dedim Sana” adlı kitabında. Rüya görmenin gücünü bize duyuran bu cümleler toz toprak olmamızı engelleyenlerden sanatçılara götürüyor beni. Çünkü uykumuzda tıpkı sanatçılar gibi dokumaktayız imgelerimizi hatta bizi toplumsal yaşamda ayıran her şey düşlerde eşitler, birleştirir.
Sevgili Eda Çığırlı kolajlarıyla görüntüleri içsel dünyasında dokuyup görünürdeki görünmezi ortaya çıkararak bizi toz toprak olmaktan kurtaran eserler ortaya koyuyor. İnsan için yaşamayı mümkün kılan ara alanımızı genişletip zenginleştiriyor.
Kaynaklar
Nietzsche- Tregedyanın Doğuşu- İş Bankası Yayınları
Sigmund Freud- Sanat ve Sanatçılar Üzerine- Yapı Kredi Yayınları
Winnicott- Oyun ve Gerçeklik- Metis Yayınları
Helene Cixous- Rüya Dedim Adına- Yapı Kredi Yayınları
John Berger- Görme Biçimleri- Metis Yayınları
Maurice Merleau Ponty- Göz ve Tin-Metis Yayınları
Soren Kierkegard- Kaygı Kavramı- İş Bankası Yayınları