
“Zamanımızın Sanatına Giriş” adlı derlemeden, Leipzig, 1920[1]
Çeviri: Deniz Gökduman
Yeni bir hayatın inşası uğruna fırtınalı bir girdabın içindeyiz. Eskiden her şeyi düşünüp tartarken, şimdi düşüncelerimizden bir güç, bir irade, bir direnç ve bir dayanıklılık doğdu. Ya bu girdabın içine kapılıp sürükleniyoruz ya da kendi “ben”imizi savunarak ona karşı duruyoruz. Bugün, siyaset kadar, edebiyat ve sanattaki çağdaş gelişmeler de aynı ölçüde acil sorunlar olarak karşımızda duruyor. Zaten uzun süredir yoğun tartışmaların ve çelişkili duyguların konusu olan bu alanlarda, yeni yapılanmanın ilk belirtilerini görmekteyiz.
Artık canlı bir ihtiyaç olan gerçeği anlama arzusunu bastırmak mümkün değil. Eğer mümkünse, hem coşkulu bir şekilde olumlayanları hem de aynı derecede tutkulu şekilde reddedenleri uzlaştırmak gerekir. Çünkü burada, kültürümüzün en önemli unsurlarından biriyle karşı karşıya olduğumuzu açıkça hissediyoruz: Bu olguları sadece kültürün tohumlarını atan ruhun serptiği tohumlar mı sayacağız, yoksa onları doğrudan kültürün kendisi mi kabul edeceğiz? Onlara ne kadar ciddiyetle yaklaşır, ne kadar derin bir değer verirsek, onları acı veren bir mücadele nesnesi olarak görmekten o kadar çok kaçınmak isteriz. Biz istiyoruz ki edebiyat ve sanat, bir zamanlar olduğu gibi, yine bize sahip olmanın mutluluğunu, günlük hayatın kaçınılmaz sürtüşmeleri ve mücadeleleri karşısında bir sığınak sunsun.
Önemli bir kazanım olurdu: Bir yandan ortaya çıkan fanatizmi, diğer yandan da duygularımızın direncini sorgulamak. Direncin ne ölçüde köhneleşmiş bir alışkanlıktan doğduğunu, fanatizmin ise göz ardı edilemeyecek bir iç zorunluluktan kaynaklandığını araştırmak gerek. Burada basit bir “zevkler tartışılmaz” savunması işe yaramaz; bu deyimde, önemli yaşam meselelerine karşı işlenmiş bir hafiflik suçu vardır ve bu hafiflik zaten uzun zamandır bu alanı zehirlemiş, kötü bir kültürel zemin oluşturmuştur.

Çok önceden, savaş yıllarından da önce, kültürümüzün (günlük yaşamdan ahlaka, dinden sanata ve toplumsal yapıya kadar) çözülmesine, parçalanmasına tanık olduk. Gerçek yaşam iradesinin en zengin ve doğru çiçekleri yanında, pek çok yabani ot da baş göstermişti. Düşünen insanlar bu durumu, Avrupa kültürünün çöküş işareti olarak gördüler.
Bu nedenle mesele bir “zevk meselesi” olmaktan öteye geçmiştir. Şu an kültürümüzün ihtiyaçlarını araştırmaya iten şey, halkımızın ruhsal ve zihinsel yapısına yönelik çok yakın ve ciddi bir tehlike duygusudur. Bu nedenle herkesin sadece kendi kişisel kriterine dayanarak dönemin ruhunu ve sanatını değerlendirmeye kalkışması kabul edilemez. Ayrıca, meseleye alayla yaklaşmak ya da sırf kişisel hoşnutsuzlukla tüm bir genç hareketi reddetmek de doğru değildir. Çünkü biz, bu genç hareketin içindeki kuvveti ve kaçınılmaz gerekliliğini son derece yüksek değerlendiriyoruz. Bu hareket, zamanımızda umut ve beklenti uyandıran nadir olgulardan biridir. Bu yüzden her türlü ucuz alaycılık baştan reddedilmelidir.
“Yeni Almanya” adını da bu ruhla anlamak gerekiyor; bu isim, “Genç Almanya” hareketiyle (çoğunlukla politik ağırlıklı bir edebi akım olan) gösterdiği belirli bir benzerlikten doğdu. Bir zamanlar demokrasi ve ulusal birliğin hayalleriyle esinlenen Genç Almanya’yı aşmış olduğumuzu sanıyorduk. Şimdi ise eskiden tahayyül bile edemeyeceğimiz ağırlıkta siyasi kaygıların ortasındayız. “Yeni Almanya”nın şairleri ve sanatçıları için anlık bir coşku olan şey, bizim için ağır bir zorunluluk haline geldi.
Belki de bu yaşadığımız sadece bir dönem değişimi değil, insanlık kaderinde bir dönüm noktasıdır. İşte bu yüzden, her iki hareketin de (eski Genç Almanya ile bugünün Yeni Almanya’sının) politik doğası, bu ismin seçilmesini açıklıyor.
Belki de, daha doğru bir kıyaslama yapmak gerekirse, bu yeni güçleri “Fırtına ve Atılım” (“Sturm und Drang”) döneminin ruhuna benzetmek gerekirdi. O dönem, hayatın doğallığını boğan her türlü geleneğe, katı kurallara ve kalıplara karşı bir başkaldırıyı simgeliyordu. “Doğaya dönüş!” o dönemin temel sloganıydı. Goethe’yi ve onun hayatı boyunca doğayla kopmayan derin bağını hatırlarsak, o çağ ile şimdiki zaman arasındaki farkı da anlayabiliriz.

Çünkü bugünün “Yeni Almanya”sı artık “doğaya dönüş” demiyor; tam tersine: “Doğadan uzaklaşın!” çağrısını yapıyor. Ve bu slogan başlı başına birçok insanın kültür ve sanat anlayışını tehdit edecek niteliktedir. 18. yüzyıl sonundan beri doğaya olan bağlılığımız daha ince, daha derin ve daha kutsal bir nitelik kazanmıştı. Bilimler sayesinde doğayı daha iyi anlamış, sanat sayesinde onun sırlarına daha da yaklaşmıştık. Doğayla ilişkimizi “sevgi” kelimesiyle ifade etmek bile zayıf kalır; bu daha çok bir teslimiyet, bir şükran, bir oğul bağlılığıydı.
Bu nedenle, doğayı inkâr etmeyi amaçlayan ya da doğaya karşı zaferi hedefleyen bir sanat anlayışı, pek çok kişi için gerçek mutluluk kaynağının tehdit edilmesi anlamına gelir. Böyle bir kopuşu kabul ettirmek hiç kolay olmayacaktır. Soyut teorik argümanlar burada işe yaramaz; yalnızca duygulara seslenilebilir.
İnsan doğasıyla derinden kaynaşmış olan yaşam hissi, ruhumuzda büyük bir sonsuzluk nehrinin yankısını taşır. Ve böyle bir doğa duygusuyla birlikte, kendimize yönelik bir ahlak ve kültür bilinci doğar. Bu yüzden, sanat bize “doğaya karşı ruh”u sunduğunda, doğal olarak büyük bir direnç gösteririz.
“Yeni Almanya”, doğaya bağlılığı bulanık, belirsiz ve gerici bir tavır olarak göstermek istiyor. Ancak, biz önce şunu sormalıyız: Sanat, doğadan bu şekilde koparak, doğa duygusunu yok etmeden var olabilir mi? Eğer yeni sanat gerçekten bu kopuşu gerekli görüyorsa, bunun beraberinde getireceği zorlukları da hesaba katmalıdır. Çünkü doğadan kopan bir sanat, kendi en iyi girişimlerini bile absürtlüğe sürükleyebilir.
Çoğu zaman bir sanat akımı diğerinin tam zıddı bir akımla yer değiştirir. “Fırtına ve Atılım”dan klasisizme, klasisizmin karşıtı olan romantizme, ardından “Genç Almanya”ya ve tekrar klasik idealizme geçildi. Sonrasında doğayı merkezine alan doğalcılık (natüralizm) geldi — plastik sanatlarda empresyonizm gibi akımlar doğdu. Bugün ise ekspresyonizm gibi akımlar var; ama bunlar bile ortak bir ad altında zorla toplanabiliyor.
Tüm bu akımlar hızlıca gelip geçti. Bazıları daha olgunlaşmadan yok oldu. Geriye dönüp baktığımızda, bu ani kopuşlar kültürle sanat arasındaki doğrudan, sürekli etkileşimi de kırıp parçaladı. Hatta şunu sormalıyız: Acaba sanat, kültüre gerçekten hizmet ediyor mu? Yoksa yalnızca dar, seçkin bir azınlığa mı hitap ediyor?
Sanat, hayatın bir tamamlayıcısı, yansıması, ruhun bir aynası olmalıdır. Eğer sanat bu görevini bırakırsa, yalnızca entelektüel bir oyun haline gelir. Oysa şimdi, tam da karanlık zamanlarda, sanatın toplum için umut ve barış getirebilecek bir güç olması beklenir. Ama “aktif ruh”u savunanlar, bize sanatın dönemi sona eriyor diyerek umudu kırıyorlar.
O halde ilk ve en önemli görevimiz şudur: Sanatın nasıl, hangi yollardan, hangi yollarla ruhumuzun ve doğuştan gelen yetilerimizin ayrılmaz bir parçası haline geldiğini anlamak.[2]
[1] Maks Martersteig: (11 Şubat 1853 – 3 Kasım 1926) Alman aktör, tiyatro yönetmeni ve yazardı.
[2] Martersteig, M. “Edebiyat ve Sanatta Yeni Almanya”, Ekspresyonizm Makaleler Koleksiyonu, Ed. E. M. Braudo & N. E. Radlov, (1920), s.11 – 19, Devlet Yayın Evi, Moskova