
Dünya sanat tarihi içindeki örnekleri eşit değerler olarak incelemeye çalışmanın ve benzer kuramlarla anlam yüklemenin önündeki en büyük engellerden biri, Batı dışındaki toplumlarda sanatın ancak modernizm ile ortaya çıkmış olduğu ve bu toplumların sanatlarında Batı kurumlarının geçerli olmadığı düşüncesi olmuştur. Bu sebeple geleneksel kurallara bağlı sanatlar, antik dönemlerdeki uygulamalar ve aydınlanmanın ürünü olan sanatlar arasında kuramlarla inceleme yapmak pek doğru gözükmemektedir.
Batı sanatı ile Batı- dışı sanat uygulamalarını karşılaştırdığımızda, dikkat çeken en önemli ayrım, Batı- dışı kültürlerde sanatın batıl ilgiler, din ve toplumu ilgilendiren politik, yaşamsal, sosyal konularda kullanılmasının, onu ancak kültürün bir parçası yaptığını ve bu ilgi alanlarından da bağımsız olarak değerlendirilemeyeceği iddiası olmuştur. Örneğin; Hat sanatı Kur’an’ın bir ifadesi olarak anlam kazanmış, yazılım kuralları ona göre şekillenmiştir.

Hat sanatında da öteki geleneksel sanatlarda, antik sanatta olduğu gibi, her ne kadar biçim güzelliğinden söz ediliyorsa da hizmet ettiği alana uygunluğu ve bağımlılığı ön planda olmuştur, Batı’nın estetiğe ve sanata bakışında antikite de dahil olmak üzere hakikat, gerçeklik ve tinselliğin ön planda yer tuttuğu iddia edilmektedir. Batı sanat anlayışına zaman zaman pragmatik ve maddeci kuramlar egemen olmuşsa da temel olarak sanatın gerçeklik ile ilişkili olduğu savı, bu anlamda Batı sanat anlayışını değer kültürlerden üstün tutmuştur. Bu anlayış, Aydınlanma ile geliştirilen sanat kuramları ile beraber modern sanatın evrensel olduğu kabul edilen kuramsal temelini oluşturmuştur.
Kant gibi modern estetiğin temelini kuran bir düşünür, sanatın değerlendirilmesinde herhangi bir kriter ortaya konulamayacağını savunmuş, sanat beğenilerinin tüm çıkarlardan arınmış olduğu düşüncesi onu arı gerçeklik ve tinsellik düşünceleri ile bütünleştirmiştir.

Sanat tarihinin yazımında birçok kuramın sanata temelde tinsel-dinsel ya da politik olarak yaklaştığı görülmektedir. Sanat kuramları, Antik Yunan’dan bu yana daha önce de belirtildiği gibi, toplumların politik ve sosyal değer yargılarına, ideolojilerine göre belli değerleri öne çıkararak, genel olarak sanatı tek bir ölçütte yorumlaya gelmiştir.
Bu kuramların yakından tanınması ise, önemli bir bilgi birikimi gerektirmesi değil, sanatın tüm bu kuralları doğrulayacak çok yönlü olduğunun bilincine varmak olmuştur. Sanat olarak deneyimlenen eserlerin çoğu, birçok değeri bir arada barındırmakta ve bu değerler onu algılayan bireyin yarılarına, içinde bulunduğu kapsamın değerlerine göre aydınlığa çıkmaktadır.

Temel olarak sanat, bir sözcük, bir imge, bir sunum olarak kendinden başka bir şeyi temsil etmekte, başka bir şeyin yerine geçmektedir. Tarih boyunca sanat adı altındaki örneklere bakıldığında, temsil biçemlerinin temsil ettikleri kaynak ya da öz ile ilişkilerinin de devamlı değiştiği gözlemlenmektedir.
Mağara resimlerindeki insan ya da hayvan figürleri, heykelleri, Altamira ve Lascaux mağaralarındaki hareket halindeki hayvan tasvirleri, Yunan, Mısır heykelleri ve Roma resmindeki temsil farkları, sanat tarihindeki farklı üsluplar, insanın algısı, değerleri, yaklaşımları önem taşımaktadır.
Sanatı farklı değerlere göre tanımlayan başlıca kuramları, savundukları görüşleri incelemek, tarih boyunca çeşitli toplumlarda farklı kültürlerden, farklı biçimlerde ortaya konulmuş, sanat eserlerinin de çok daha iyi tanınmasına imkân sağlamıştır.

Bu kuramların tümü zaman içerisindeki çeşitli savunucuları tarafından farklı yorumlarla kendi içlerinde de çeşitlilik kazanmıştır. Sanatta mimetik kuramın ilk düşünürü Platon olmuştur. Platon, sanatın hiçbir zaman gerçeği gösteremeyeceğini, ancak bilinçsiz bir kopya olduğunu savunmuştur.
Platon, zamanında özellikle sosyal etkisi önemli olan tiyatrodan ya da şairlerden yola çıkarak, bu insanların kendi kişiliklerini kaybederek düşüncesizce taklide başvurmak suretiyle sanatlarını ifa ettiklerini vurgulamıştır. Sanatçı yaratan değil, kendi kişiliğini yok ederek, ürettiğinin, güzelliğin yeniden ortaya çıkmasına yardımcı olmaktadır.
Bu konuya Doğulu ya da Orta çağ sanatçısı çok farklı bir değerlendirme ile bakmıştır.

Doğu sanatlarındaki egodan kaçış, mimesis yoluyla kendini ötekinde kaybetmek ve unutmakla olabilen bir yaklaşımdır. Bu şekilde sanatçı, farklı yöntemlerle konusunun ön plana çıkmasını sağlamakta, bu farklı açılardan mimesis, kopya olmaktan çok, ben merkezciliğin çözülmesini olanaklı kılan bir kavram olmuştur. Bütün imge, ifade ve temsillerde görülenin imgenin ses ve biçimin ötesinde her zaman görülmeyen şeylerin de söz konusu olduğuna dair bir inanç ve bilinç bulunmaktadır
Özellikle soyut sanat yaklaşımlarında sanatın elle tutulan, adlandırılabilen ve bilinen bir şeyin temsili değil, görünmeyenin, görünmeyenin arkasındakini ortaya çıkarmak için gerçekleştirilen bir şey olduğu savı egemen olmuştur. Bu da sanatın kendi dinamiği ile harekete geçirdiği varlık belirlemesi olup, bunların işaret ettiği şey aslında bütün görüntülerin ötesindedir.
Sanat felsefesi ve estetik alanında genel kanı ise, bu konudaki kuram ve yazınların Batı kültürlerine ait olduğu yönündedir. Bu sav, düşüncenin ancak mantıksal tartışmalar aracılığıyla aktarılabileceği inancında olduğu zaman doğruluk kazanmaktadır.
Sanatın semboller, şiirsel yazınlar ve referanslar ile de aktarılabileceği düşünüldüğünde, Batı- dışı kültürlerde de Batıdakiler kadar eski, düşünsel ifadelerin bulunduğu kabul edilmektedir. Sanat ve kültür konularında Batının öne çıkışında, modernizm ve sömürgecilik ile ilgili gelişmeler olmuştur.

19. yüzyıl ile birlikte sadece Batı değil, Batının etkisinde olan tüm ülkeler referanslarını Batıdan almaya başlamışlardır. Günümüzde farklı yazımlar, farklı tarihler, farklı değer ve düşünceler yeniden keşfedilmekte ve öne sürülmektedir.
Bunlardan en önemlisi ve Asya kültürünü derinden etkilemiş olanı, Çin edebiyatının en önemli eseri I Ching ve ona bağlı olarak üretilmiş olan açıklamalar, yorumlar ve felsefi eserlerdir.
I Ching’in ilk örnekleri içinde Çin’de Xia Hanedanı (milattan önce 2005-1766) ve Shang Hanedanı (milattan önce 1.766 1122) zamanında yazılmıştır.
Bunlardan günümüze ancak kısa bölümler kalmıştır.
I Ching, Çin sözcükleri olan piktogramlar (resim işaretleri), şiir dilinde yazılmış ve ilk örneklerinde astrolojik kehanetler ortaya koymak için başvurulan sembolik bir metin olmuştur.
I Ching, yaratıcılık ve varlık dünyayla ilgili bildiğimiz en eski ve köklü düşünce ve değerleri içermektedir. Çin kültürünü ilgilendiren tüm konular için başvurulan temel bir yazınsal kaynak olmuştur. Bu nedenle Çin’de en önemli sanatların başında kaligrafi, yani hat sanatı gelmektedir. Bu durum İslam sanatındaki hat sanatıyla paralellik göstermektedir. İslam’da olduğu gibi Çin’de resim ve hat bir arada kullanılmaktadır. Resim tek başına salt bir görsel soyutlama ve temsil olarak önemli değildir. Ortaya koyduğu değerler ve tarihi bellek açısından önem kazanmaktadır. Batıda Aydınlanmaya kadar sanatın en büyük önemi temsilde yatmaktadır.
Batı dünyasının sanat felsefesi açısından önceliğini ortaya koyan iddialara karşılık, Aydınlanmaya kadar Batıda söz konusu olan güzellik ve bunun metafizik değerleri olmaktadır. Orta Çağda Aziz Agustine’nin biçim ve güzellik üzerine metinleri ve Rönesans’ta Ficiino’nun yazıları, dini inançlara ait değerler içermiştir. Batı dışı denildiğinde Güney Amerika Afrika Okyanusya, Avustralya ve Asya’ya kadar geniş bir küresel alan kastedilmektedir. Bu sebeple her bir coğrafyanın içerdiği kültürlerin, farklı estetik duyarlılıklarının, sanat biçimlerine çok çeşitli şekillerde yansımış oldukları görülmektedir. Çin, zengin bir estetik yaklaşım ve çeşitlenme sunmakla birlikte, Hint, Japon kültürleri ve Hindu, Budist İslam ve Brahman gelenekleri de zengin bir şekilde çeşitlenen yaklaşımlar sunmaktadır.
Sanat üzerine yapılabilecek en önemli kıyaslamalardan biri, kuşkusuz farklı kültürlerdeki çeşitli sanat pratiklerinden ve duyum /algı aracılarının kültürde oynamış olduğu roller üzerinden yapılabilmektedir. Batıda Antik Yunan ve Roma kültürlerinden başlayarak Rönesans Avrupa’sına gittiğimizde, görselliğin öncelikli olduğu dikkati çekmekte, Batı estetik literatüründe görsel imgelem ile ilgili değerler ön plana çıkmaktadır.
Japonya’da resim, yazı, tiyatro, müzik, çay seremonileri, seramik, üst düzey sanat biçimleri olarak değerlendirilmektedir. Bu açıdan çoğu Batı dışı kültürlere bakıldığında, güzel sanatlar ile zanaat arasında fark olmadığını ya da en azından farkların Batı kültüründeki kadar keskin olmadığı gözlemlenmektedir.
Japon, Kore ve Çin seramikleri en az resim kadar önemli olmakla birlikte, estetik nesneler olarak kaligrafi ve resimden farklı değillerdir.
Batı dışı kültürlerde sanat, belirli dini değerlere hizmet eden ve ritüellerin parçası olmuş olan bir olgudur. Bu denli önemli tinsel ve sosyal olgulara hizmet ettiği için de gelenekseldir ve kesin kurallar taşımaktadır. Ancak Batıda olduğu gibi, Batı dışı kültürlerde de gelenek sınırları içerisinde de olsa, sanatçılar kendi tavırlarını oluşturmuşlardır.
Batı dışı kültürlerde de sanat, din ve sosyal yaşam ile iç içe olduğundan, gündelik yaşamın pratiklerinin bir parçası olmuştur. Aydınlanma ve endüstrileşmenin gündelik hayata getirmiş olduğu mekanik düzen, sanatın gündelik yaşamdan farklı bir alana taşınmasına da yardımcı olmuştur. Batı dışı kültürlerde bu anlayış, sömürgecilik ve endüstrileşme yoluyla gelişmiş ve giderek Batı sanat ve estetik değerlerinin benimsenmesini de beraberinde getirmiştir.
Doğu ve Batı karşılaştırmasında görülen genellemeler, Batı’nın Eleştirel, analitik, Doğu’nun ise yaşantısal olduğu düşüncesinde temellenmektedir
.
Japon sanatlarına, tarih içindeki farklı tavırlarına bakıldığında, Budizm, Şinto ve Zen dinlerinin etkisiyle gelişen ve Japonya’nın çeşitli politik düzenlerine göre çeşitlilik gösteren estetik anlayışlar göze çarpmaktadır. Batı felsefesinde özellikle son 300 yıldır vurguladığı rasyonalizm, sistematik ve mantıklı muhakemeler içermektedir. Diğer taraftan 18. yüzyıla kadar antik kültür de dâhil olmak üzere, Batı’daki sanat düşüncesi, her dönem sistematik olmamış, ancak 18. yüzyılda Aydınlanma ile birlikte estetik, sistematik bir disiplin haline gelebilmiştir. Rönesansla birlikte başlayan modernleşme, insanın kendisini sorgulaması, eleştirel bakış açılarının gelişmesi, insanın varlığını dünya üzerindeki konumunu çözümlemeye başlaması ile yeni bir boyut kazanmıştır.
Batı dışı ya da endüstri öncesi kültürlerde bireyin dünya üzerindeki konumu Rönesans’tan başlayarak doğadan bağımsızlaşan ve endüstrileşme Batı kültürü bireyinkinden oldukça farklıdır. Birey dünyayı aklıyla değil, yüreğiyle algılamakta ve tanımaktadır. Sufi düşünce, bu konunun geliştirdiği dünyanın dinamiklerinin estetik bir biçimde insan yüreğinde ve bedeninde yansıması olmuştur. Mevlevi semasındaki dans ve müzikteki döngüsel ve helezonik hareket, insanın dünyanın hareketi ile uyumunu ifade etmektedir.
Doğu’nun farkı iki özellik olarak karşımıza çıkmaktadır; Doğu’da sanat üzerindeki düşünceler, daha çok 15. ve 16. yüzyıllara kadar kendi içlerinde bağımsız olarak gelişmiştir. Öneriler, teknik kurallar olarak sunulmuş veya kısıtlı örneklerin dışında edebiyat, mimari, şiir yazıları, resim yazıları gibi ahlak ve din üzerine yazılan büyük metinlerin parçası olmuşlardır.
İkinci özelliği de Batı’nın teknolojisini ve endüstrisini Doğu’ya tanıtması ile düşünce alanında Doğu’nun uzun süre Batı egemenliği altında kalmış olmasıdır. Doğu’da sanat üzerine düşünce denildiğinde, sanat eserinin dünyayı anlatmak için kullanılması önem taşımaktadır. Sanat eseri tasvir etmekte, ancak bu tasvirler Çin felsefesinde olduğu gibi görülen nesneler olarak değil, dünyanın tinsel varlığı üzerinde olmaktadır.
Doğu düşüncesinin en önemli farklılığı, gerçeğin sürekli değişken ve hareket halinde olduğu bu sebeple hiçbir zaman tümüyle yakalanamayacağı yönündedir. Bu sebeple betimlemeler tercih edilmiştir. Betimleme, sanat eserinde daima şiirsel olarak anlam kazanmaktadır. Batıda gerçeklik ve evren anlayışı, matematiksel ve değişmeyen prensiplere bağlı olmaktadır. Sanat ve estetik de bu inanç içerisinde yer almaktadır.
Dinsel faktörler insanlık tarihinde dışsal bir ifade ettiği sürece, ritüel duygu, inanç ve rasyonalizasyon olarak etkilerini ortaya koymaktadır. Ancak tüm bu faktörler, tarihsel dönemlerin bütünü boyunca eşdeğer bir etkiye sahip olmamıştır. Din, inanç tarihinin aşamalarında insanların yükseliş sürecindeki biçimlendirici etkenlere işaret etmektedir. Ritüel, pratik gerekliliklerin ötesinde duygu ve düşünceler üretmekte, düşünce aşamasına ulaşıldıktan sonra koordinasyon ve yansıtma süreçleri ile birlikte bütüncül bir rasyonalizme ulaşılabilmektedir.
Duyular üzerinde temellendirildiği için akla dayanmaktan çok uzak olan Budizm, dürtüsel ya da sezgisel bir yaklaşım tercih etmekte ve akla dayanan bilgiyi bilinçli olarak reddetmektedir. Burada primitifçi yaklaşım biçimleri bir noktaya kadar korunmaktadır.
Gelişimin İlk evrelerindeki insanlarda olduğu gibi Doğulu insanın içinde de aynı dünya endişesi ve özgürlük ihtiyacı bulunmaktadır. Ancak Doğulu insanın farkı, tüm bunların ilkel insanda olduğu gibi başlangıç evresine entelektüel bilginin oluşumundan önceki döneme dair olmamasıdır. Bu durum, Doğulu insan için bilgi öncesi değil, bilgi ötesi durum olmakta, tüm gelişmelerin üzerinde bulunmaktadır.
Estetik dürtü, insanın doğasında bulunmaktadır. Konuya dair önemli soru ise, belirli bir dinin bu dürtüyü ne ölçüde biçimlendirdiği ya da kısıtlamış olduğudur.
Kaynakça
- Read, H., Sanat ve Toplum, Çev, Firdevs Candil Erdoğan, Hayalperest Yayınları, İstanbul 2018
- Platon, Sophist ve Ion A. Hofstadte R. Kuhns, 197
- Erzen, J., N., Çoğul Estetik, Metis Yayınları, İstanbul 201
- Aydın, M., Ç., Sanatlar ve Toplumsal Etkileşim, E Yayınları, İstanbul 2008