
BİRİNCİ BÖLÜM
M. Courbet’nin denemelerinin ortaya attığı genel mesele — Ekol çatışmaları: Bir çözüm gerekliliği
Çeviri: Deniz Gökduman
Gustave Courbet, şiddetli paradokslarıyla tanınan sanatçı, son derece cüretkâr bir eser ortaya koydu. Öyle ki, bu eser, sanatçının son on beş yılda işlediği tüm “günahların” ötesinde bir skandala yol açabilirdi; ne var ki, hükümet bu işe el atarak eseri sergiden düpedüz ve kesin biçimde dışlayarak bu tehlikeyi bertaraf etti. Üst makamların kararıyla, Konferanstan Dönüş adlı tablo 1863 sergisinde ne kabul edilenler ne de reddedilenler arasında yer aldı.
Bu vesileyle, sanatçının muhalifleri hemen ağız birliğiyle şu sözleri dillendirdiler:
“İşte Courbet’nin aradığı şey tam da buydu. Courbet artık son numarasını oynuyor. Halkı yıllarca kasıtlı olarak çirkinlikle tiksindirdikten sonra şimdi de konuların uygunsuzluğuna başvuruyor. Bu kadar küstahlıkla, elbet bir gün böyle bir darbe yiyecekti; hakkında yeniden konuşturmanın tek yolu da buydu zaten. Şimdi ise, başyapıtını yurtdışına taşıyıp oradaki yabancılardan florin, şilin ve dolarlarla meraklarını satın almayı bekliyor; istediği bundan başka bir şey değil. Yeter ki şunu bilsinler: Bu sözde ‘büyük ressam’, öğrencisiz bir okulun muğlâk kurucusu, ilkesini asla formüle edememiş bir sanat inkârcısıdır ve artık hükmü verilmiştir. Gösterecek bir numarası kalmamıştır; sürprizleri de şarlatanlığı da tükenmiştir…”
Ve olan bitenden hiçbir şey anlamayan halk —ki sanata pek meraklı değildir ama skandallara bayılır— gözlerini fal taşı gibi açar.
Bir düşünün: kutsanmış bir meşenin dibinde, bir azize tasvirinin karşısında, modern köylünün alaycı bakışları altında, toplumun en saygıdeğer sınıfına —ruhban sınıfına— mensup sarhoşlardan oluşan bir sahne… Orada, içki âlemleriyle birleşen kutsala saygısızlık, küfrün kutsala yönelik hakareti örtmesi gibidir; yedi ölümcül günah —özellikle ikiyüzlülük— sanki ruhban giysileriyle tek tek sahneye çıkıyormuş gibi görünür. Ortamda gruplar arasında dolaşan şehvetli bir hava vardır ve tüm bunlar, büyüleyici ve görkemli bir doğa manzarasının ortasında gerçekleşir. Sanki insan, en yüce halleri içinde bile, masum doğayı bozulmaz bir yozlaşmayla kirletmekten başka bir işe yaramıyormuş gibi… İşte Courbet’nin resmetmeye kalkıştığı şey, birkaç satıra sığacak şekilde böyle özetlenebilir. Keşke coşkusunu birkaç metrekarelik tuvalle ifade etmekle yetinseydi! Ama hayır, o muazzam bir makine, uçsuz bucaksız bir kompozisyon inşa etti, sanki Golgota’daki İsa, Büyük İskender’in Babil’e girişi ya da Tenis Kortu Yemini gibi.
Nitekim bu neşeli resimsel şamata jüri karşısına çıktığında, ortalık birdenbire protesto çığlıklarıyla inledi; yetkili merciler eserin reddine karar verdi. Fakat Courbet itiraz etti: Her zamankinden daha ısrarlı bir şekilde, meslektaşlarını —topluca— sanatın derin anlamını ve yüce görevini kavrayamamakla, sanatı yozlaştırmakla, onu idealizmleriyle kirletip fuhşa sürüklemekle suçladı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bugün bütün sanatseverlerin ve eleştirmenlerin işaret ettiği çöküş, en azından Courbet’nin dışlanmışlığına bir ölçüde haklılık payı kazandırıyor. Peki, kim haklı? Sözde realist Courbet mi, yoksa onun karşısındaki idealizmin savunucuları mı? Sanatın kendisinin, onu oluşturan ve ondan türeyen her şeyin yargılandığı bu davada hüküm verecek kimdir?
Benim burada Sayın Courbet’nin heveslerinin sözcüsü ya da kefili olmaya hiç niyetim yok. Bu sanatçının, sanatın ilkeleri ve kuralları çerçevesinde, hak ettiği değerle değerlendirilmesini dilerim yalnızca; bunu da gönül rahatlığıyla kamuoyunun takdirine bırakıyorum. Ancak, önce onu anlamak, daha da önemlisi, muhaliflerinin kendilerini anlaması gerekir. Herkesin daha az ya da çok ihtişamla icra ettiği şu Sanat nedir? Onun ilkesi nedir, amacı nedir, kuralları nelerdir? Ne gariptir ki, ne Akademi’de ne başka bir yerde, bunu gerçekten söyleyebilecek bir kimse bulunmamaktadır. Sanat, tanımlanamaz bir şeydir; mistik bir varlık, şiir, hayal gücü —ne derseniz deyin— analizin sınırları dışında kalan, yalnızca kendi için var olan ve hiçbir kurala boyun eğmeyen bir şey olarak görülür. Konuşmaları derleyin, yazıları toplayın, eleştirileri tarayın: Bundan fazlasını elde edebileceğinizi hiç sanmam. Ama bu bile sanatçıların, ilkeleri ve kuralları olan ilahiyatçılarla hukukçular gibi hararetle tartışmalarına ve birbirlerini mahkûm etmelerine engel olmaz —sanki zaten herkesin bildiği gibi, anlaşmaları mümkün değilmiş gibi!
Sanatın toplumsal yararı nedir, sanatçılar toplumda ne işe yarar diye sormayın sakın. Öyle öğretmenler vardır ki, size sanatın en belirgin özelliğinin, hatta onurunun, hiçbir işe yaramamaktan, hiçbir faydaya hizmet etmemekten ibaret olduğunu söyleyeceklerdir. “Sanat özgürdür”, derler, “canı ne isterse onu yapar, sadece kendi zevki için çalışır, kimse de ona çıkıp ‘Hadi bakalım, ürününü göster; diyemez.” Ne demeli? Platon[1], şairleri ve sanatçıları cumhuriyetinden kovmuştu; Rousseau[2] ise onları ahlâkın bozulmasının ve devletlerin çöküşünün sorumlusu ilan etmişti. Acaba bu yüce filozofların —kendileri de büyük yazarlar, büyük sanatçılar olan— görüşlerine göre, sanat hayal kurmaktan, kapris yapmaktan ve tembellikten ibaret olduğu için hiçbir hayırlı sonuç doğuramaz mı? Böyle bir sonuç çıkarmak, açıkçası, bana pek tiksindirici geliyor. İster istemez, madem sanat insan zihninin açık bir yetisidir, o hâlde bu yetinin işlevi, bu işleyişin amacı nedir diye sormak zorundayım —öyleyse, sanatın hem kişisel hem de toplumsal kaderi, görevi nedir?
Bay Courbet tablolarında eğlenceye dalmış rahipleri mi resmeder, yoksa Bay Flandrin onları ibadet ederken mi çizer; bize köylüler, askerler, atlar, ağaçlar mı gösterilir —ki bunları zaten doğada görebiliriz. Hatta iş daha da ileri götürülüp, antik çağlardan kalma ama hakkında neredeyse hiçbir bilgiye sahip olmadığımız kişiler ya da bir roman kahramanı, bir peri, bir melek, bir tanrı gibi hayal gücüyle ya da batıl inançla yaratılmış figürler türlü pozlarla karşımıza çıkarılsa bile, bunlar gerçekten ne kadar ilgimizi çekebilir? Ekonomimiz için, yönetimimiz, ahlâkımız için ne anlam taşır? Refahımıza, gelişimimize ne katar? Bu tür pahalı incik boncuklarla uğraşmak, ciddi kafalara yakışır mı? Boşa harcayacak zamanımız ve paramız mı var…?
Evet, işte bizler —pratik düşünen, sağduyulu insanlar; sanatın sırlarına vakıf olmayan sade yurttaşlar— sanatçılara bunu sormaya hakkımız olduğunu düşünüyoruz. Onlara karşı çıkmak için değil, aksine onların kendilerini nasıl gördüklerini ve bizden ne beklediklerini anlamak için. Ne var ki, şu baylar bir süredir birbirlerine düşmüşken, yani bu “öfkeye meyilli soy” kendi içinde kıyasıya didişirken, bu soruya henüz kimsenin açık bir yanıt verdiği görülmemektedir.
Her iki yılda bir —eskiden her yıl olurdu— hükümet halka büyük bir sergi sunar: Resim, heykel, desen sergileri… Sanayi sektörü bu kadar sık sergi düzenlememiştir, oysa ondan çok daha yeni bir alandır. Gerçekte bu sergiler, sanatçıların ürünlerini sergileyip satışa sundukları bir çeşit panayırdır ve onlar da alıcıları endişeyle bekler. Bu özel şölenler için hükümet, gönderilen eserleri inceleyip en iyilerini seçmekle görevli bir jüri atar. Bu jürinin raporuna göre, hükümet altın ve gümüş madalyalar, nişanlar, şeref payeleri, para ödülleri, emekli maaşları verir; tanınmış sanatçılar için —yeteneklerine ve yaşlarına göre— Roma’da, Akademi’de ya da Senato’da görevler tahsis edilir. Bütün bu masraflar, biz sanat dışı insanlar tarafından, tıpkı ordu veya karayolları için ödediğimiz vergiler gibi karşılanır; bu da sanayi ile sanatçılar arasında bir başka benzerliği daha doğurur.
Ama ne jüride, ne Akademi’de, ne Senato’da, ne de Roma’da, belki de hiç kimse, bu bütçe kalemini —sanatın ailede, toplumda ya da devlet yönetiminde oynadığı işleve dair— anlaşılır bir tanımla meşrulaştıramaz. O hâlde neden sanatçıları kendi hâllerine bırakmıyoruz? Neden onlarla, ip cambazlarıyla ya da sokak göstericileriyle ilgilendiğimiz kadar bile ilgilenmiyoruz? Belki de onların kim olduğunu ve neye değer olduklarını en iyi bu şekilde anlayabiliriz.
Sanat ve sanatçılar meselesi üzerine ne kadar çok düşünülürse, insan o kadar hayret verici durumlarla karşılaşır. Bay Ingres[3] —tıpkı Bay Courbet gibi usta bir ressam— eserlerinin satışıyla zenginleşmiş ve üne kavuşmuştur. Demek ki en azından o, yalnızca keyfine göre çalışmamıştır. Kısa süre önce, ülkenin büyük simalarından biri olarak Senato’ya kabul edildi; hükümetin işaretiyle, hemşerileri olan Montaubanlı yurttaşlar ona altın bir taç takdim etti. Böylece resim, savaşla, dinle, bilimle ve sanayiyle aynı seviyeye getirilmiş oldu. Peki, ama Bay Ingres’ın, yani bugünkü senatörün, akranları arasında birinci sayılmasının nedeni nedir? Bay Ingres’ın sanatsal değeri konusunda uzmanlara, edebiyatçılara, sanatçılara ve eleştirmenlere danışırsanız, çoğu, hatta hepsi, safça size, yetenekli bir çizer olan Bay Ingres’ın, otuz yıldan fazla bir süredir itibarını yitirmiş bir ekolün, klasik ekolün çok tartışılan önderi olduğunu söyleyecektir. Bu klasik ekolün yerini, bir dönem gözde olan ve kısa süre önce ölen Eugène Delacroix’nın[4] başını çektiği romantik ekol almıştır; ancak bu ekol de zamanla etkisini yitirmiş ve yerine, kendini önceki akımlardan daha iyi tanımlayamayan, başlıca temsilcisi Courbet olan gerçekçi ekol geçmiştir. Böylece, klasikçiliğin saygın lideri Bay Ingres’ın ünü, tıpkı Tufan çağından kalma hayvanların üzerine çöken tortul katmanlar gibi, iki yeni sanat kuşağının etkisiyle örtülüp gitmiştir.
Oysa normalde insanlık işleri ilerlemeye dayanır; insanlar eskileri değil, yenilikleri arar. Medeniyetin temel yasası da bunu gerektirir: ilerlemek. Öyleyse hükümet neden Delacroix ya da Courbet gibi daha çağdaş sanatçılar yerine, âdeta “tufan öncesi” bir figür olan Bay Ingres’ı seçti? Yalnızca teknik beceri ya da farklı beğeniler açısından bakıldığında —ki bu konular genellikle tartışmaya açık sayılmaz— üçü de az çok denk sayılabilir. Peki, o zaman, sanat söz konusu olduğunda hükümet neden genç ve taze olanı değil de eski ve yıpranmış olanı tercih ediyor? Sanat, gerçekten de uygarlığın bir parçası mı, yoksa gerilemenin bir göstergesi mi? Değeri, bazı tablolar gibi, yalnızca yılların birikimiyle mi ölçülüyor? Yoksa artık sanat sadece arkeolojik bir konuya mı dönüştü? Belki de sanat, her zaman yeni fikirlere mesafeli yaklaşan ve tarihi geriye doğru yaşayan siyaset gibi bir karaktere mi sahip? Eğer öyleyse, o zaman resimde sonradan gelen sanatçılar en değersiz olanlar mı oluyor? Bu durumda teşviklerin ve ödüllerin ne anlamı kalır? Belki de en doğrusu, Platon ve Rousseau’nun önerdiği gibi, bu sözde sanat dünyasını —bir tür asalak ve yozlaşmışlar topluluğunu— toplumdan uzaklaştırmak, yani ona bir çeşit sürgün uygulamaktır.
Gerçekten de, sanat alanındaki yenilikçi hareketler, tıpkı din ya da siyaset alanındaki yenilikçi akımlar gibi eleştirilmesi gereken bir durumdur. Bu durumda, yalnızca Courbet’yi değil, tüm yenilikçi sanatçılar dışlanmalıdır. Kesin olan bir şey var ki, sanat bir meslek ve toplumda bir uzmanlık alanı hâline geldiğinden beri —ister doğuştan gelen bir içgüdüsel eğilimle, ister çevreden etkilenerek— sürekli olarak kendi geleneğine sırtını dönmüştür. Hollandaokulu, İtalyan okuluyla bağlarını koparmıştır; İtalyanlar, Orta Çağ’ı reddetmiştir; Orta Çağ ise, kendi döneminde paganizme güçlü bir şekilde karşı çıkmıştır. Eski Yunan ve Roma’da bile, Laocoon ya da Gladiator’u yaratan okul, Apollon’un yılana karşı zaferini ya da dinlenen Herkül’ü betimleyen okul ile aynı değildir. Bu iki okul arasındaki fark, tıpkı Bay Ingres ile Bay Delacroix arasındaki fark gibidir.

Courbet’nin sistemini açıklayamamış olması çokça eleştirilmiştir; fakat bugüne dek hangi sanat okulu, ne yaptığını, ne düşündüğünü, hangi ilkeye dayanarak hareket ettiğini tam anlamıyla bilmiştir ki? En derin eleştirmenlerin ifadesiyle, sanatın özü bu tür bir bilinçsizliktir; öyle ki, bir sanatçı düşünmeye başladığı anda artık sanatçı olmaktan çıkar. Ve eğer sanatı teorik olarak kavramak, işlevini belirlemek, eserlerini yargılamak ve onu sağduyuya indirgeyerek anlamak istiyorsak, bunu sanatın büyüsüne kapılmadan yapabildiğimiz ölçüde hakikate yaklaşırız. Benim görüşüm de bu yönde. Ve eğer, sevgili okur, bundan sonraki satırları okumaya sabredersen, seni küçümsemek ya da kendimi üstün görmek niyetinde olmadan, düşünceme katılacağını umuyorum.
Öyleyse sanatın muhasebesini çıkarmak ve sanatçıların konumunu belirlemek bize, yani sıradan insanlara —kuru çözümleme yapan, el emeğiyle çalışan amatörlere— düşüyor: çünkü sanat, onları sürekli olarak pratik aklın dışına savuruyor; çünkü hayal güçlerinin zenginliğine, söz ustalıklarının ihtişamına, devasa kibirlerine rağmen, ne kendilerini savunabiliyorlar ne de eserlerini gerekçelendirebiliyorlar.
Ne resim, ne heykel, ne de müzik hakkında, ne çalışarak ne de öğrenim yoluyla bir bilgim var. Tıpkı her barbarın, ona güzel görünen, parıldayan, hayalini, kalbini ve duyularını okşayan şeye duyduğu ilgi gibi, ben de hep bu sanatların ürünlerini sevdim; çocukların resimli kitapları sevdiği gibi. Fakat bu sevgim, yakın zamanda onları düşünsel olarak ele almaya başladığımdan beri daha da arttı. Zaten buradan bile anlaşılıyor ki, sanatçıların, şahsi itibarları ya da eserlerinin değeri açısından benim çıkaracağım sonuçlardan korkmalarını gerektirecek bir şey yok.
Ama bana şöyle diyeceksiniz: Bu iyi niyetli genel yaklaşımınız, sizin bu konuda söz söyleme hakkınızı mazur gösteremez. Olabilir ki, sadece sanatçı olan biri, en iyi bildiği varsayılan konular hakkında konuşmaya tam anlamıyla yetkin olmasın; fakat sanatsal pratiği, felsefi düşünme alışkanlığıyla birleştiren biri çıkabilir elbette — işte söz alma hakkı ona aittir. Size gelince, siz sağduyunun ilk kuralını çiğniyorsunuz: Bilmediğiniz konuda konuşmak. Sanatlara yabancısınız; Winckelmann[5], Lessing[6] ya da Goethe’nin[7] bu konuda yazdıklarını dahi okumamışsınız; yani yetkin değilsiniz, ehliyetiniz yok.
Görünüşte haklısınız, bunu inkâr edemem. Yine de ısrar ediyor, hem kendi adıma hem de benim gibi olan halkın büyük çoğunluğu adına bu itirazı reddediyorum; iki sebepten dolayı.
Evet, ben de sanatın icrasına, sırlarına dair hiçbir şey bilmeyen o sayısız kalabalıktanım; herhangi bir ekole bağlılık yemini etmenin uzağında, el ustalığını, aşılmış zorluğu, kullanılan yöntem ve tekniklerin bilgisini değerlendirmekten acizim. Ama sonuçta, sanatçıların gerçekten arzuladığı yegâne onay da bu kalabalığa aittir; sanat yalnızca onun için emek verir, onun için yaratır. Bu kitle, neyi reddettiğini ya da neyi yeğlediğini beyan etme, zevklerini dile getirme, sanatçılara kendi iradesini dayatma hakkına sahiptir; ne bir devlet başkanı ne de bir uzman onun adına konuşabilir, onun sözcüsü olamaz. Elbette bu halk, ne aradığını ve neyi en çok sevdiğini anlamakta yanılabilir; zevki, olduğu haliyle, çoğu zaman uyarılmaya ve eğitilmeye muhtaçtır. Fakat her şey hesaba katıldığında, yine de yargıç odur, nihai kararı o verir. Ve şunu açıkça söyleyebilir, kimse de ona karşı çıkamaz: “Ben buyururum; size düşen ise, ey sanatçılar, itaat etmektir. Çünkü eğer sanatınız bana ilham vermeyi reddediyorsa; hayal gücümü takip etmek yerine ona hükmetmeye kalkıyorsa; benim yargılarımı küçümsüyor, onları geçersiz sayıyorsa; kısacası benim için var değilse, o hâlde ben de onu tüm harikalarıyla birlikte küçümserim, reddederim.”
Sonrasında şunu fark ettim ki, bizler —istisnasız hepimiz— doğamız gereği, düşünce ve duygu bakımından aşağı yukarı aynı derecede sanatçıyız. Bilgi birikimimiz yavaşça gelişirken, estetik eğilimlerimiz çok daha hızlı bir şekilde olgunlaşır. Bazı şeyler düşünceyle şekillenirken, bazıları ise kendiliğinden gelişir. Zihinsel yeteneklerimiz birbirine benzer, fakat özgünlüğümüzü, özgürlüğümüzü ve kişiliğimizi yalnızca sanatsal yeteneğimizle ortaya koyabiliriz. Bu yüzden, sanat konusunda herhangi bir otoritenin geçerliliği olamaz. Dahası, tüm sanatlar aynı temele dayanır, aynı amaca yönelir ve aynı kurallar tarafından yönetilir. Bu kurallar ise hem basit hem de az sayıda olduğundan, her birimiz yalnızca kendimize danışarak, kısa bir araştırma yaparak herhangi bir sanat eseri hakkında karar verebiliriz. Böylece, ben de sanat eleştirmeni oldum ve sanatın yararına, tüm okuyucularımı içtenlikle benim yolumdan gitmeye çağırıyorum.
Sanat eserlerini, insanın doğuştan sahip olduğu güzel şeylere karşı duyduğu beğeniyle ve özellikle edebiyat yoluyla öğrendiklerime dayanarak değerlendiriyorum. Tıpkı Bay Thiers[8], Bay Guizot[9] ve benzerleri gibi —ki bu kişiler de öyle sanıyorum ki, onlar da benden daha fazla sanatçı değiller— kendi görüşlerimi ve duyarlılığımı ifade edebileceğimi düşündüm. Amacım bir otorite olmak değil, sanatçıların kendi izleyicilerini anlamalarını sağlamak ve buna göre davranmalarını sağlamaktır. Estetik sezgim yoktur; bir şeyin güzel olup olmadığını ilk bakışta anlamamı sağlayan o içgüdüsel beğeni duygusundan yoksunum. Güzeli kavramam her zaman düşünme ve çözümleme yoluyla olmuştur. Yine de bana öyle geliyor ki, beğeni ve düşünme yetenekleri arasında o kadar keskin bir ayrım yoktur ki biri diğerini tamamlayamasın. Bu bağlamda, sanat eserlerini anlamaya çalışırken gösterdiğim çaba ve kendime bazı ilkeler koyma gayretimin, belki bir ölçüde değerli olabileceğini göreceksiniz.
Kendimi bir yargıç olarak konumlandırdıktan sonra, artık verdiğim kararları açıklamaktan çekinmem. Courbet söz konusu olduğunda, onun eserlerini küçümseyenler ile savunanlar —yani hem hayranları hem de eleştirenler— zayıf bir yargı gücü sergilemişlerdir, diyorum. Ne onu doğru bir şekilde analiz edip anlamlı bir yere oturtabildiler, ne de şunu fark ettiler: Resimde de, edebiyat da ve diğer tüm alanlarda olduğu gibi, düşünce her zaman esas olandır, baskın olandır; içerik, biçimden önce gelir ve her sanat eserinde estetik yargıya varmadan önce fikrin tartışılması gerekir. O hâlde, yalnızca bir tablosunda değil, tüm eserlerinde Courbet’nin temel düşüncesi nedir? İlk önce bunun açıklığa kavuşturulması gerekirdi. Ama buna cevap vermek yerine, düşünmeden, ne yaptıklarını bile anlamadan bir bayrak açtılar; üstüne de “Realizm” yazdılar. Eleştiri, konudan saparak gereksiz bir noktaya kaydı ve böylece Courbet, bu metafizik etiket sayesinde, on yılı aşkın süredir Fransız sanatının gelişimine neredeyse kilitlenmiş bir bilmeceye dönüştü.
Ben de yanılabilirim elbette; buna siz, değerli okuyucular karar vereceksiniz. Ama bana göre, bu ünlü yenilikçi sanatçının önemli eserlerinden altı tanesini inceledikten sonra, onun temel düşüncesini ortaya çıkarmak gerçekten çok kolay bir işti. Bu yapıldıktan sonra, yeniliğin kapsamı değerlendirilebilir, sanat okulları arasındaki yeri belirlenebilir; Courbet ve onun gibi tüm sanatçılar hangi kurallara göre değerlendirilmelidir, bu netleştirilebilir ve sonunda, henüz eksik olduğu izlenimini veren o şey —yani sanattaki misyonlarının tam ve felsefi bilinci— onlara kazandırılabilirdi. Hayır, Courbet bir sfenks değildir ve onun tabloları da birer canavar değildir. Konuyu kişiselleştirmek, tüm sanatı ilgilendiren bir meseleyi sıradanlaştırmış olurum diye korkuyorum; ama eğer tek bir insan üzerinden ciddi ve akılcı bir sanat eleştirisinin temellerini atabilirsem, hem kamuya hem de sanatçılara hizmet etmiş ve ilerlemeyi desteklemiş sayarım kendimi.
Resimde olduğu gibi tüm güzel sanatlarda da, akıldan kaynaklanan genel kurallar, üstün ilkeler vardır; ne sanatçı ne de filozof bunlardan kaçamaz. Kimi zaman insan, haklı olduğu hâlde zevkten yoksun olabilir; ama akla aykırı bir zevk diye bir şey yoktur. İşte benim niyetim, sanat eleştirisinin bu genel ilkelerini ortaya koymaktır. Bu ilkeler yardımıyla yalnızca ressam Courbet’yi değil, kim olursa olsun tüm sanatçıları yargılayıp sınıflandırmak ve izlenecek yolu göstermek mümkün olacaktır. Ben, yargının kurallarını ortaya koymak istiyorum; hükmü ise kamu verecek.
[1] Platon veya Eflatun: (MÖ 428/427 veya 424/423 – 348/347), Antik Yunan filozofu ve bilgesi.
[2] Jean-Jacques Rousseau: (28 Haziran 1712 – 2 Temmuz 1778), Cenevreli filozof, yazar ve besteciydi. Onun siyaset felsefesi, Avrupa’da Aydınlanma Çağı’nın ilerlemesinin yanı sıra Fransız Devrimi’nin yönlerini ve modern siyasi, ekonomik ve eğitim düşüncesinin gelişimini etkiledi.
[3] Jean Auguste Dominique Ingres: (29 Ağustos 1780 – 14 Ocak 1867), Fransız Neoklasik ressam.
[4] Ferdinand Victor Eugène Delacroix (Öjen Dölakrua): (26 Nisan 1798, Saint-Maurice, Val-de-Marne – 13 Ağustos 1863, Paris), Fransız Romantik ressamı.
[5] Johann Joachim Winckelmann: (09 Aralık 1717, Stendal, Brandenburg – 08 Haziran 1768, Trieste), Alman sanat tarihçisi ve Arkeologtur.
[6] Gotthold Ephraim Lessing: (22 Ocak 1729 – 15 Şubat 1781), Alman yazar, filozof, gazeteci ve Alman Edebiyatının ilk önemli eleştirmenidir. Aydınlanma Çağı’nın önde gelen temsilcilerindendir.
[7] Johann Wolfgang von Goethe: (28 Ağustos 1749, Frankfurt – 22 Mart 1832, Weimar), Alman hezarfen, edebiyatçı, siyasetçi, ressam ve doğa bilimcidir.
[8] Louis Adolphe Thiers: (18 Nisan 1797 – 03 Eylül 1877), Fransız devlet adamı, gazeteci ve tarihçi. Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet’in kurucularından ve ilk cumhurbaşkanıdır.
[9] François Pierre Guillaume Guizot: (04 Ekim 1787 – 12 Eylül 1874) Fransız tarihçi, hatip ve devlet adamıydı. Guizot, 1830 Devrimi ile 1848 Devrimi arasında Fransız siyasetinde baskın bir figürdü.