19. yy’da yöntem tartışmalarına güçlü bir yön çizen doğa bilimlerinin zaferi, insan bilimlerin her alanına da nüfuz ederek kendine sağlam bir yer edindi. Yöntemin gücü profesyonellerce daima vurgulanırken, özne ve nesne arasındaki keskin ayrımlar, kutsal bir metne bağlılık esasında, daima savunulan ve uygulanan ayrımlar oldu. Aydınlanmayla birlikte dinin yerine bilimin ikamesi, yeni yasaların gerekliliğini zorunlu kıldı. Bilimsel yasalar artık evrensel ve nesnel olma iddiasıyla doğanın yeniden inşasında başucu kriterleri olarak yerini sağlamlaştırdı. Öznenin nesne ile olan mücadelesinde özne’nin saf dışı bırakıldığı bu süreçte objektivite kabulü, nesne üzerinden bilimsel yasalarını var etti. Bir deneyin önceliği z değişkenlerini kapı dışarı etmekti çünkü onlar karıştırıcı idi ve durumu manipüle etmekteydiler. Ki yöntemde manipülasyona izin verilemez çünkü doğanın belirli bir düzen içinde işlediği ön bir kabuldür.
Özne faktörünün al aşa edilmesinin amacı, onun sahip olduğu duyguların ve düşüncelerin, inançların ve tecrübelerin bir sıfır noktasına yerleştirilmesi çabasından ileri gelir. Bir karıştırıcı olan özne faktörü, kontrol altında tutulduğunda nesneye arzu edilen formun kazandırılması, yalnızca bilimsel dünya da değil, dünyanın politik inşasında da kullanılan en işlevsel formüldür. Bilimin önceliği ise sadece yanılgıdan ibarettir. Bilim, politik inşa sürecinin temel harcını oluşturur. Aydınlanma değerlerine dayalı, bilimsel bilginin ışığında kendini var eden modernizm’in holocaust sürecine nasıl rehberlik ettiğini ve toplu kıyımlarla sonuçlandığını bizzat deneyimlemiş olduk. Öznenin daima hastalıklı olduğunun kabulü, dolayısıyla şizofrenik bir gerçeklik algısına sahip olduğu, tüm bu bilimsel ve ideolojik yapısallarda bir ön kabul olarak kanıksanmıştır. Ne de olsa aydınlanma ile gelen öznenin hastalıklı olduğu kanısı, bir gelenek olarak halen köklü bir bilimsel stereotip olarak karşımızda durmaktadır.
Ancak doğa ve bilimsel süreç her zaman aynı şekilde mi işlemektedir? Özne stereotipine karşı direnen ve onu çürüten, öznenin hakkını teslim edip ona olması gerektiği konumu teslim edenler elbette vardır. Gadamer, kendi hermeneutiğinde, sanat tecrübesinin analizine başvurarak, aydınlanmanın sınırlarının ifşa edilmesinde önemli ve vurucu bir adım atmış olur. O, hakikat/gerçeklik kavramının bir kavram olmanın ötesinde, sanat yapıtının da bir hakikate sahip olduğunu ileri sürer. Estetik tecrübe, yalnızca bir tecrübe modunu değil, tecrübenin bizatihi kendisinin özünü de temsil eder. Estetik tecrübede anlama, daima, anlaşılan başka bir şeyle ilişkide gerçekleşen, kendini-anlamadır; ve estetik tecrübe daima, onu yaşayanları kendi hayat kontekstlerinin dışına çıkararak varoluşlarının bütünü ile yeniden ilişkiye sokar. (1)
Öznenin, anlama, kendini anlama, tecrübe etme dolayısıyla nesne ile ilişkide olma süreçleri, Gadamer tarafından tarih fenomeninin önemine de bir atıftır. Tarih ve gelenek kavramları, öznenin tahsis edilen konumu ile yeniden anlam kazanmaya başlar. Dahası anlama problemini Heidegger, diğer kişiyle iletişim probleminden kurtararak, insanların varolma tarzlarına ve nesnelerle dünyada karşı karşıya gelme tarzlarına dikkat çeker.(2) Anlamın tarihselliği, öznenin şizofrenik bir gerçeklik algısına sahip olduğu stereotipine karşı önemli bir kanıt olarak gösterilebilir.
Ancak tüm bu kanıt ve çürütmelere rağmen hakim sistemde kabul gören politik uygulamalar halen özne olarak insanın değersizliği, özgüven eksikliği, hastalıklı olduğunun dikte edilmesi gibi çabalarla, toplumlara dayatılmaya devam edilmektedir. Sanat üzerine analizler bir rüyadan uyanmanın referanslarını teorik olarak anlamlandırırken, pratikte de var edilen sanat yapıtları, insanla olan münasebeti doğrultusunda bu sürece önemli bir katkı sağlamaktadır.
Bu katkılardan birini Galeri Zilberman’da sanatçı Alpin Arda Bağcık’ın ilk solo sergisi “Ambivalans”ta görmekteyiz. Sanatçı sergilenen sanat yapıtlarında realite okumalarının politik ideolojilerle çarpıtılarak, özne tarafından şizofrenik okumaya hazır hale getirilmesinin altını çizmektedir. Öncelikle tuval üzerine karakalem olan Seroquel 7’li seri ve tuval üzerine yağlı boya Trifluperazin 3’lü seri, reel bütünün klasik algısının, önce öznenin içinden sonrasın da ise doğayı yorumlama biçiminden kendini açığa vurmaktadır. 7’li seri de sanatçı, şüpheli olma halinin, bir haftanın her gününde dozaj dozaj nasıl bir bozulmaya maruz kaldığını şizofrenik bir göz ile tasarlar. Onun tasarısı, aslında bire bir politik inşanın tasarladığı insan modelinin düşünme biçimine bir atıftır. Trifluperazin serisindeki dışarı olgusu, öznenin net ve keskin bir bakış açısından çok uzak, ikilemlerde kaldığı, emin olmadığı, dolayısıyla gerçekliğin manipülasyonu ile algının arafta kaldığı bir kurgu-gerçekliğin farkına varılması için önemlidir. Bu kurgu-gerçeklik, tarih ve gelenek ve tarih kavramlarının birbiriyle olan bağının koparılmasına da hizmet etmektedir. Tuval üzerine yağlı boya Olanzepin ile Rexapin, bu bağın koparıldığı iki tuval çalışması olarak karşımıza çıkmaktadır. Savaşın bitiş kutlamaları ile Çin’deki askeri birliklerin fotoğraf karelerinin tuvale aktarılmasıyla kurgu-gerçeklik’in şizofrenik boyutundan tarih içindeki reel-gerçekliğe geçişini gösteren sanatçı, tuval üzerine yağlı boya Abilify isimli çalışmasında bu geçişi zirveye taşımaktadır. Ağaca asılmış 2 insanın karşısında toplanmış poz veren bir kalabalıktan bir kesitin yer aldığı bu çalışmada, kalabalık içinde seçilen yüzlerdeki her bir mimik ve jestler, yaşanılan travmatik durumun inkârı ve kurgu-gerçekliğe dönüşünün birer temsiliyeti olarak okunmalıdır.
Sanatçı Bağcık, sergilemiş olduğu çalışmalarında, tarih bağlamında politik inşanın nufuz etmiş olduğu, kesitsel oluşları yeniden yorumlamak üzere tuvale aktarırken aynı zamanda bilim, politika ve özne üçlemesindeki, öznenin realiteyi hastalıklı olarak değerlendirme kapasitesinin içini boşaltmayı başarabilmektedir. Çalışmalarda kullanılan renk ve figürler, figürlerin detayları, izleyicinin ambivalans sürecine oldukça uygun detayları kapsamaktadır.
http://ozgenyildirim.blogspot.com.tr/