Her ülke her ulus çağdaş dünya sanatının içinde yer almak ister. Sanata ve sanatçılara duyulan saygı çağdaş sanatta yer alan ülkelerin de saygınlığını yükseltir. Her ülkenin bu doğrultuda kendine göre bir çabası vardır. Ülkemiz de bu çabanın dışında kalmamak için yüz yılı aşkın bir süredir sanatın çağdaşlıktaki yerini almaya çalışmaktadır. Sanata bakış açısı ve yapılan çalışmalar istenilen niteliği taşıyan düzeydeyse ülkenin saygınlık
Kategori: Sabahattin Şen
Sabahattin Şen: Sanatta Gençlik
Yaşamımızda geleceği oluşturanlar, bugünün genç kuşağıdır. Genç kuşağı da yetiştiren bugünün orta yaşlı ve yaşlı olan kuşaktır. Gelecek, sürekli olarak böyle bir aktarma dizemiyle birbirine bağlı olarak bir gelişme gösterir. Geçmişin deneyim ve bilgilerinden yararlanarak daha ileri ve sağlıklı adımlar atılır. Durum böyle olunca sağlıklı düşünen ülkeler gençlerin donanımlı ve yararlı bilgilerle yetişmesini ister. Yaşam açısından gençler toplumların
Sabahattin Şen: Sanatta Değer Bilirlik
Düsseldorf’da bu yıl açılan ilginç bir sergiden söz edeceğim. Serginin adı Planet 58 (Gezegen 58). Ne denli gezegenle ilgisi var ya da yok bilemeyeceğim. Bu konuda bir açıklama da yok. Belki de vardır. Bu serginin neden açıldığı üzerinde açıklama var. Sanat açısından önemli ve ilginç olan da bu…
Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrencilerin her yıl topluca açmış olduğu RUNDGANG adlı sergi günlerine denk gelen günde açılan bu sergi önemli bir odak noktası oldu. Bu koşutluk Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’yle ilgili ve bağlantılıydı. Kuzey Ren Westfalya Eyaleti Sanat Koleksiyon Müzesi (Kunstsammlung Nordrein-Westfalen) bu serginin düzenleyicisi. İnsanların kafalarında oluşan bir soruya da yanıt verecek güzellikte bir serginin düşünülmesi bir diğer anlamda sanatta bir değer bilirliği de yansıtıyor.
Birçok okul gibi Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’ni çok sayıda öğrenci bitiriyor. Akademinin diğer okullara göre ayrıcalıklı bir yanı var. Özellikle her yıl tüm öğrencilerin topluca açtığı RUNDGANG adındaki sergi 1975 yılından bu yana düzenli olarak açılır. Tüm dünyanın sanat açısından ilgisini çeker. Dünyanın her tarafından galericiler, müze yetkilileri, sanat eleştirmenleri, koleksiyoncular ve sanatseverler gelir. Çok başarılı bir sanat etkinliğidir. Öğrenci sergisi diye düşünsek de çağdaş sanatla başarılı biçimde başa baş niteliğe odaklanan başarılı çalışmalarla doludur. Ünü de buradan gelir. Genç sanatçılar daha öğrenciyken kendilerini tanıtma olanağı bulur. Öğrenciler dünya sanatı içinde büyük bir sanat yarışmacı konumundadır. Sanat eğitiminin ve eğiticilerinin onlara kazandırdığı böyle bir güç var. Yeteneklerini tüm güçleriyle kullanarak öğrenim yıllarını boşa geçirmezler. Nasıl bir eğitimdir ki sanat niteliğinden ödün vermeyen çok başarılı öğrenciler yetişmekte. Doğrudan insan ve insanlığın özünü ilgilendiren evrensel bir alanda görev yüklenmiş bir okul. Sanatın özelliği ve önemi burada yatıyor.
Bu yıl Planet 58 adı altında kafalardaki sorulara yanıt oluşturacak bir sanat etkinliği düzenlendi. Daha okuldayken sanatta çok iyi bir düzeyi yakalayan öğrencilerin okulu bitirdikten sonraki durumu beni de çok düşündürmüştür. Bunca başarılı bir eğitim ve nitelikli sanat gücü nereye gidiyor? Öğrenciyken galerilerce beğenilenlerin sanat dünyasına erken kazandırıldıklarını biliyoruz. Diğerlerine ne oluyor ve sanatla olan kazanımları nereye gidiyor, sorusuna az da olsa açıklık getiren sağlam bir yanıt bulmak kolay değil. Yıllarca öğrenci yetişir ve bu akademiyi bitirenlerin sayısı çoktur. Akademiyi bitiren çok sayıdaki sanatçı adayları okulu bitirdikten sonra sanatta neler yaptıkları, neleri başarıp başaramadıkları çoğu kişiyi düşündürse de istenilen yanıtı bulmak zor. Bunların kaçı sanat çalışmalarını sürdürüyor, kaçı başarılı oluyor, düşüncesi boşlukta kalıyor. Bir bakıma sanat adına okulu bitiren bunca öğrencinin daha sonra ne derece başarılı oldukları, bu oranın ne olduğunun yanıtı gerektiği oranda saptanamıyor. Okuldan sonra herkes bir yere dağılıyor. İnsanlar kendi bölgelerinde olup bitenle, karşılaştıkları öğrencilerin başarılarıyla sınırlı kalıyorlar. Okuldaki onca emeğin ve okul için yapılan onca harcamanın ne derece boşa gidip gitmediği çok iyi bilinmiyor. Yine de çok sayıdaki başarılara da tanık olanlar oluyor. Bu bağlamda çok sayıda sanatçının yetiştiği, sanatı sürdürdükleri biliniyor. Her başarılı olanın arkasında her şeyden önce bir sanat yüksek okulu ve bir akademinin yattığı da biliniyor.
Sanattaki başarı bir bakıma göreceli gibi görünse de gerçek bir durumun da varlığı söz konusu. Sanat eğitimi alanların daha sonra sanatı sürdüremediği göreceli bir düşünce kapsamında olmasına karşın durum gerçekten ne derece göreceli? Sanatta başarının en önemli özelliği özgün bir yeteneğe bağlı… Yetenek de yetmiyor. Gerekli çabayı, çalışmayı gösterme zorunluluğunun yanında doğru yönlendiren bilgilerin de kazanılmış olması gerek. Sanat yarışı bam başka bir yarış. Dünyaca ünlü sanatçıların elinde yetişen bu gençlere ne oluyor? Topluma yeterince yansıyan, toplumun sanatla ilgisini arttıran kazanımlar ne durumda? Herkes çok şeyin olabildiğini düşünse de etkileyici bir durumun gücünü bilmiyor.
Almanya’da birçok lise, okulu bitiren öğrencilerini on yıl sonra bir araya toplamaya çalışır. Öğrenciler öğretmenleriyle yeniden karşılaşırlar. Kimin on yıl içinde neler yaptığını öğrenirler. Benim oğlum da böyle bir toplantıya katılmıştı. Okulda çok yaramaz ve ders çalışmaz olarak bilinen oğlumun üniversiteyi bitirip doktorasını üstün bir dereceyle yaptığını öğrenen öğretmenleri çok şaşırmışlardı. Bunun ötesinde o denli mutlu olmuşlardı ki başarının içinde kendi öğreticiliklerinin payının olması çok güzel bir coşkuydu. Karşılarında onlardan çok şey öğrendiği gerçeğini söyleyen başarılı bir delikanlı vardı. Verilen emeklerin, çabaların semeresini görebiliyorlardı. Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki durumu anlamaya çalışmak bir sorumluluğu gözden geçirme yürekliliğini de göstermekti.
Bu sergiyi düzenleyenler on yıl gibi uzağa gitmeye gerek görmemişler. Bir bakıma en zor olan yolu seçmişler. 2018 yılında Düsseldorf’daki akademi ve yüksek okulu bitirenlere ulaşmışlar. Daha bir yıl dolmadan onlarla bir sergi düzenlemeye kalkmışlar. Ciddi bir elemeden geçirerek tam altmış katılımcı seçmişler. Salt Düsseldorf’da olup biten bir görünüm. Okulu bitirenler hiç hız kesmeden sanat dünyasında başarılı bir biçimde yer almışlar. Sayı da gerçekten dudak uçurtucu… Bir yıla ilişkin okul bitirenlerin başarı sayısı gerçekten çok yüksek. İnsana bu sayı abartılı gibi gelebilir. Daha bir yılları dolmadan sanattaki durum saptaması yapmak akla aykırı gelebilecek bir girişim gibi görülebilir. Başarıyı yükseltmek için aralarına sıradan işler yapanları da ekleye bilirlerdi. İşte o zaman pirincin taşını ayıklamak etkinliği yapanların başını yakardı. İzleyicilerin bilinçli olduğu ve kimilerinin de sanat konusunda oldukça uzman olduğu, nitelikli eleştirmenler düşünüldüğünde sergiyi düzenleyenlerin ne denli bir tehlikeyi göze aldıkları da ortada. Şöyle üç, beş yıl sonrasını derleyip toparlamak daha güvenli olabilirdi.
Sanatta kendine güvenen bir ülke, tartısını, ölçüsünü de ince bir çizgiden geçirmeyi gerekli kılarak yapılacak değerlendirmede gerçeğe ulaşmaktan sakınmamıştı. Okulu bitireli daha bir yıl dolmadan altmış genç sanatçıyı sanatseverlerle buluşturmuşlar. Okuldan sonra da boş durmayıp sanatsal çalışmalarını sürdüren bu genç insanların sanat başarısı gerçekten övgüye değer. Verilen emeğin verimli bir sonuca ulaşması sanat açısından genelde oldukça zor bir başarıdır. Şöyledir, böyledir diyerek atıp tutan yok. Okulu bitirdikten sonra kendilerini daha da geliştirmek için başka okullara da gitme durumu yok. Çünkü okul, bu açıdan ve her yönden başarılı bir sanat eğitimi veren üstün nitelikte bir sanat kurumu… Başka ülkelerden sanatı öğrenmek için gelen çok sayıda yabancı öğrenciler de var. Gerçek anlamda somut ve inanılmaz bir başarı örneğiyle karşılaşıyoruz. Kısa süre içerisinde bu düzeyde çalışmalar yapan bu genç sanatçılar için söylenecek söz şu: Çok zor olanı çok kısa bir zaman içerisinde başarmış olmanızı yürekten kutluyoruz…
Bu, değer bilirliğin çok ince nitelikteki bir duyarlılığıydı.
Bizdeki durum çok başka… Onlarca yıl etinle tırnağınla yabancı bir ülkede sanatta başarılı olmak, kimilerinin gözünde yetmiyor. Altmış yaşına da gelmişsin üstelik. Bir zamanlar öğrenciyken okulda öğretmenlik yapmış kişiyle karşılaşıyor, selamlaşıyorsun. Yanındakine seni tanıtıyor ve şunu diyor: “Bu bizim eski öğrencimiz…” İncelikten ve duyarlılıktan yoksun, çok kaba bir biçimde barbarlaşabiliyor. Onca başarıyı öğrenciliğe indirgiyor. Öğretmenliği, öğretmenlik olmayınca, sanatta çağdaşlığın çok gerisinde kalınca olacağı da bu işte… Alın size, bizdeki değer bilirliği…
Sergiye katılanlarla ilgili sayının bu denli çok olabileceğini düşünmemiştim. Akademinin durumunu ve niteliğini çok iyi biliyordum. Sayının bu denli yüksek olabileceğini tahmin edemezdim. Sergideki yapıtların sanat açısından nitelikli olması, sayının nicelikli olmadığını kanıtlıyor.
Bana, ister istemez şöyle korkunç bir gerçeği de düşündürdü: 1883 yılında kurulan İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi bugüne dek neden doğrudan bir sanatçı çıkarabilme başarısını göstermedi? Aradaki farkı düşünmek bile istemiyorum. Bunun boşboğazlıkla olamayacağını neden öğrenemedik? Bize doğruları ve gerçekleri anlatmaya çalışanlara karşı neden kabalaşıp saldırganlaştık? Sanatın insan inceliğinin en üst noktası olduğunu neden görmezlikten geldik? Daha işin başlarındayken yürüdüğümüz yolun yanlış olduğunu neden bile, bile yürüdük?… Yetenekli öğrencilerin yeteneklerini yok edip dünya sanatında yer almalarını engellemek için kafalarına neyle vurup ezdik? Bu okulun bir yıl, on yıl, yüz yıl sonrası değil 136 yıl sonrasında dünya sanatına kattığı bir sanatçı olmaz mı? Pabuç gibi uzayan dillerden kaç ayakkabı fabrikası çıkar kim bilir ama, sanatçı çıkmadı. Daha bir yıl dolmadan altmış sanatçı çıkaran okullar varken bu başarı karşısında “Avrupa’da sanat öldü…” kulpunu takmaya kalkmanın ne anlama geldiğini düşünmek bile istemiyorum.
Bizim yapamadığımızı başkaları diye bildiğimiz burası yapıyor. Bu sergide bizden de bir sanatçı var. Adı Meral Alma. Daha önceleri de buradan sanatçılarımız çıktı. Biz uyurken elin adamı uyumuyor; uyutmuyor.
Lafla peynir gemisini yürütmeye çalışma aymazlığı içinde olduğumuzu ne zaman anlayacağız?
Sabahattin Şen: Yaşama Sanatla Gülümseyebilmek
Sanat yaşama gülümseyebilmektir. Yaşama gülümseyebilmek de sanattır. Bunları birbirinden ayıramayız. İnsanın sanatsal yaratıcı gücü en güzel duyguları en üst derecede ortaya koyabilmektir. Kendi değerlerimizi böylesine ortaya koyabilmek mutluluğun da kendisidir. İnsanın yarattığı sanattan daha üstün bir değer olmadığına göre sanat bizim için yaşamın güzellik duygusunun en zor koşullarda bile bize gülümsemesidir. Ne olursa olsun insan kendi içindeki güzellikleri her an her yerde duyumsar. Dünyanın çok korkunç olan iki büyük dünya savaşında kendi insanlık değerlerimizi duyumsayarak daha da güçlendiği gerçeğini unutmamalı. Ölüm korkusuna karşı içimizdeki sanatsal duygular her zaman koruyucu olmuştur. O anlarda sanat bize sürekli gülümser ve biz de ister istemez can simidi gibi ona acılar ve umarsızlıklar (çaresizlik) içinde gülümseriz. Var olduğumuzun, yaşamın değerini en üst düzeyde algılamaktır. Bir hiç olmadığımızın kanıtıdır. İşte böylece sanatla kendimizin ve yaşamın güzellikleriyle birlikte mutluluğunu yakalayabiliriz.
Sanat diye yozluklarla yol aldığınızda ne sanat size gerçekten gülümser ne de sizin gülümsemeniz sanata gider. Sanatla barışık olmak ve sanatın gerçek diliyle konuşabilmeyi başarmanız gerekir. Yolunuz yapay gülücüklere, sanattan uzak anlatımlara düşmesin. Sanatın kendisi için yol aldığınızda sanata ulaşır ve birbirinizi anlayan gülücüklerin mutlu insanı olursunuz.
Yaşamında çok zor günler geçiren, çok büyük sıkıntılar ve yıkımlar yaşayan sanatçıların başında Van Gogh gelir. Çoğumuz onu kulağını kesen dengesiz bir ressam olarak biliriz. Böylesine sorunlar yaşayan bir sanatçının sanatını anladığımızda yaşama, duygularıyla nasıl gülümsediğini de anlarız. Onu ayakta tutan sanatın verdiği bu iç huzur ve mutluluğun yaşama gülümsemesidir. O gülümsemeyi bir an yitiren Van Gogh ne yazık ki canına kıymıştır. Bedensel sağlıksızlığına konulan ya da konulmaya çalışılan tanılar yanlıştı. Bedensel sorunları ruhsal bir hastalığı olduğu tanısına dek gitti. Buna göre sağaltımlar (tedavi) yapılmak istenirken toplum içinde de bir deli olduğu anlayışı yaygınlaştı. Ne yazık ki onun yaşama gülümsemesi bu nedenle engellendi ve canından bezdi. Bu denli etkilenmeyip yaşama gülmesi engellenmemiş olsaydı bize bıraktığı yaşama gülümseyen çalışmalarının sayısı çoğalacaktı. Bedensel sağlıksızlığına aldırmadan yaşama gülümsemesini sağlayan sanatla mutlu ve gülümseyen bir ruhla karşılayacaktı ölümü. Her şeye karşın bize ondan sanatla gülümseyen resimleri kaldı.
Savaş ve zor günlerde sanatla yaşama gülümseyenlerin sayısı hiç de az değildir. Öldürüleceğini bile, bile yaşadığı son noktaya dek o güzelliğin mutluğuyla canlı kalmışlardır. Birçoğumuz anımsar mı anımsamaz mı bilemem, 1973 de Şili’deki Pinoche’nin askeri darbesinde yüz binlerce insan işkence gördü ve sayısı bilinmeyecek sayıda Şilililer öldürüldü. Onbinlercesi bir futbol stadyumuna toplandı. Bunlar arasında Victor Jara adındaki ünlü gitarist de vardı. Müzikteki başarıları geleceği de aydınlatacak güzellikteydi. Ölmeseydi onun çok sayıdaki yapıtlarıyla daha çok gülümseyecektik yaşama. Cuntadan yana olsaydı yaşardı ama o böylesi bir uzlaşmayla artık ne sanatla gülümseyebilirdi ne de sanat ona… Yapılanlara karşı çıktı o stadyumda. Elinde gitarıyla insanların onurlu bir insan olarak yaşama gülümsemeleri için çalıyordu. Parmaklarını kestiler, dövdüler ama o gülümseyerek bu kez şarkılar söylemeye başladı. Stadyumdakiler de onunla birlikte söyleyerek yaşama gülümsüyorlardı hep bir ağızdan. Victor Jara bunu yaparken öldürüleceğini de biliyordu. 41 yaşındaydı. Ölmeden önce son bir kez daha yaşama sanatla gülümsüyordu ve gülümserken öldürüldü. Bizlere ondan kalan yapıtların gülümsemesinden çok ölürken ki gülümsemeleri çınlayan kahkahalara dönüşmüş olarak kaldı. Picasso’yu ölüm döşeğinde de sanat yapmaya iten güç, sanatın gülümsemesiyle yaşama da bırakmak istediği gülümsemedir.
Binbir sıkıntılar, hastalıklar ve sorunlar yaşamasına karşın insan dünyaya yapabileceği en güzel şeyleri yapmak için gelmiştir. İnsanda var olan özellikler bunu başarmaya yeterli donanımlarla yüklüdür. İnsan iyi ve güzel şeyler yapabileceği gücünü istediğinde kötüye de kullanabilmeye çevirebilmektedir. Oysa o donanım kötülük yapması için değil kendini zor durumlarda koruma altına almak içindir. Çeşitli doğal yıkımlardan kurtulmak, kendini korumak için geliştirebileceği çok sayıda yöntemler vardır. Bunlar ne yazık ki aynı zamanda kötülük yapmak için de kullanılabilir. Kızılderililer bizonları gereksinimleri sayısında öldürürlerdi. Öldürmek elbette güzel değildi ama yaşam için zorunluluk olunca belli yöntemlere başvurmak zorunluluğu doğuyordu. Şurası kesin ki Kızılderililer bir hayvanı istemeyerek öldürdüklerinin bilincindeydiler. Bu nedenle gereksinimlerinden fazlasına kıymazlardı. Oysa beyazlar geldiğinde bizonları sürüsüyle öldürdüler. Doğayı da kirlettiler. Birbirlerini de öldürdüler. Savaşlarla daha çok öldürme planları yaptılar. Yaşama sanatla gülümseyenlerin hiç biri ne savaş ister ne de savaşmak.
Kızılderililerin iç dünyalarındaki doğa ve insen sevgisi onları sanatsal bir duyarlılık düzeyine yükseltmişti. Yaşamın ve doğanın gülümsemesini kendilerinde derin bir felsefeyi, sanatsal duyarlılığı büyüttü. Bu nedenle beyaz adamların yaptıklarını anlayamadılar. Hangi sanatçı bugüne dek savaş için karar verip insanları savaşa sürüklemiştir? Bir tek örneği bile yok. Bizler de yaşama sanatla gülümseyerek dünyaya güzel şeyler yapmak için var olduğumuz düşüncesinin aydınlık yolundan ayrılmamalıyız. Böylece insan olma görevimizi sürdürerek bizden sonrakilere de yaşamlarını yaşama gülümsemeyle sürdürmeyi bırakabiliriz.
Kendini koruma duygusuyla insanlar ucuna taş bağlı sopalardan başlayarak mızrak, ok gibi silahlar yapmak zorunda kalmışlardır. Avlanmalarını da kolaylaştırdığı için beslenme gereksinimlerine de katkısı olmuştur. Ev bark yapmak için de kesici gereçlere gereksinim duyulmuştur. Mutfak bıçağı yemek yapma işinde kullanılmak için yapılsa da mutfak bıçağıyla çok sayıda insan da öldürülmüştür. Günümüze dek koruma için düşünülen silahlar atom bombasıyla insan öldürmeye dek gelişme göstermiştir. İnsanın kendini koruma ve avlanma güdüsüyle başlayan araç, gereç ve silah yapımı bugün salt insan öldürmeye yönelik ölüm gereçleri durumundadır. Artık insana yardımcı olan konumunu yitirmiştir. Tam anlamıyla en kolay insan nasıl öldürülüp yok etmeye yaramaktadır. Bu noktadan bakınca ne sanatın, ne sanatçının, ne bilimin, ne kültürlerin ne de insanın önemi ve değeri kalmamıştır.
Sağlık alanına baktığımızda bunun karşı konumu ortaya çıkmaktadır. Sağlık kurum ve kuruluşları: Sağlık alanında görev alanları yaşama, sanata gülümsemeye en yakın olanlar olarak bakmak gerek. Sağlık görevi, insanı sağlıksızlığın sorunlarından kurtarmayı amaçlar. Yapılan ilaçlar da iyileştirmeye yöneliktir. Kimi yerde de ilaç ve sağaltım yoluyla insanları sömürme yolunu gidilmiştir. Bunlar konunun dışındadır.
Toplu ölümler için ilaç yapılmaz. Adı üstünde: İlaç… İyileştirme için kullanılan bileşimlerdir. Öldürücü özelliği olanlar olsa buna neden olmaması için özen gösterilir, kullanma süresi, miktarı ayarlanır. Doktorlar ve sağlık görevlileri ilacın insana zarar vermesini de engellemeyle yükümlü ve sorumludurlar. Onlar bu görevlerini insan canının kurtarılması için kullanırlar. Öldürmek için değil. Sağlıklı insanlarla sağlıklı bir toplumsal yaşamda insanlar daha yaratıcı ve daha mutlu olacaklarının bilincindedirler. Acılar gülümsemeye dönüşsün isterler. İnsanların bedensel sağaltımı için çok büyük çabalar ve verdiğimiz uğraşlar içsel bir dengeyle desteklenmedikçe sorunlar bitmez. İnsanların sanata, sanatın da insanlara gülümsemesini sağlamak gerekiyor. Sanat da insanın ruhsal sağlığındaki acıları gülümsemeye çeviren en önemli etmendir. Sağlık ve sanatın bu ortak yönünü hiçbir zaman unutmamalıyız. Sanatla yaşama gülümseyebilme sağlığını kazanan toplumlar uygarlaşan toplumlardır. İnsanlarsa daha üst düzeyde insanlaşabilenlerdir.
Sabahattin Şen: Picasso’yu Eleştirmek Derken
Bundan önce yayınlanan “Picasso’suz Olmuyor” yazım bu yazıya ilişkin ön bir yazıydı. Özkan Eroğlu’nun Picasso’yla Matisse’i niteliksel açıdan karşılaştıran yazısındaki tutarsızlıkların ortaya koyduğu sanat yıkımına yanıt vermek gerekiyordu. Çünkü ülkemizde sanat henüz evrensel ve çağdaş anlamda bir yere oturamadı. Yanlış ellerle de yozlaştırılarak önü kesildi. Hele son zamanlarda ülkedeki her alandaki çöküşle birlikte sanat da yozluğun içinde daha da yozlaştırıldı. Sanatta ayağımız bir türlü yere basmadı ve gerilere doğru hızla kaymakta. Bu kaymayı hızlandıran Picasso ve Matisse karşılaştırması sanatı çok acı bir duruma sürükledi. Sanatı arayan insanımız bu tür yazılarla sanat yerine kokuşmuşluğun çukuruna düşürülmekte. Ben de buna karşı tepkimi ortaya koyuyorum.
Özkan Eroğlu’nun “Bir Picasso Eleştirisi” adı altındaki yazısında Picasso eleştirisiyle değil, Picasso’yu alçaltmaya yönelik bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Bir anlamda Picasso’yla yaratılmış büyük bir sanat devrimi dengesizleştirmeye kalkışılmıştır. Picasso’nun sanatta yarattığı olağanüstü düzeydeki bir sanat dünyasının arkasından günümüz sanatçılarında da Picasso’dan bir parça vardır. Ortalığı şaşkına çeviren “Kavramsal Sanat” temelini Picasso’dan alır. Picasso’yu alçaltmaya kalkanlar ve sanatta başarılı olamayan, sanatı anlayamayan da olmuştur. Psikologlar da Picasso’ya kendi psikolojik dengesizlikleriyle saldırmaya kalkışmışlardır. Picasso, sanatın dengeleri içindeki özel konumdaki büyüklüğüyle yerini korumuştur. Özkan Eroğlu, Picasso’yu geçmişte eleştirenlerin, alçaltıp küçültmeye kalkanların ne olduğuna şöyle bir baksaydı hepsinin yerin yedi kat dibinde olduklarını görürdü. İtler ürüdü; Picasso yürüdü ve büyüdü. Kendini çok önemli psikolog düzeyinde görenler siliklikten kurtulup kendilerini öne çıkarma hastalığıyla Picasso’yu psikolojik hasta yaptılar. Şimdi onlar kim ve neredeler? Bilen yok… Çünkü hasta olan kendileriydi.
Alman psikolog Alfred Adler der ki: “Eğer ruhsal hastalığı olan herkesin başına birer beyaz bere giydirilseydi dünya pamuk tarlasına dönerdi.” Almanların çok sık kullandığı bir söz var: “Herkeste bir kaçıklık vardır.” Sanatçılar en iyi kaçıklardır, Almanlara göre… Bu bağlamda Picasso’yu eleştireceğim diyerek çirkinleştirmeye kalkanların içlerindeki çirkinlikleri örtmeye kalkışma çabası olarak görmenin gerçeklik yanının olduğu düşünülse iyi olur.
Picasso’yu elbette eleştirebiliriz, eksiksiz insan olmaz. Eleştireceğim diye niteliksel bir alçaltmayla Picasso’yu ve sanatta yarattığı devrimciliği çirkinleştirip alçaltamazsınız…
Picasso’yu böyle dolaylı yoldan eleştirmeye kalkışarak dünyanın devrimci ve eşsiz sanatçısını yerlerde sürükleyecek nitelemelerle alçaltmaya kalkışmak ne sanat tarihçisinin ne de sanattan anlamayıp kendini sanat eleştirmeni yerine koyanların işidir. Bunu meydanı boş bulmak, Abdurrahman Çelebi’liktir. Bunu da tinsel sorunlar açısından değerlendirmek gerek.
Neden mi?
Sanattan anlayanları bir yana bırakıyorum; gerçek sanat eğitimi alan ve henüz bir yıl eğitimini sürdürmüş olan bir sanat öğrencisi sanatçıları koç toslaştırmak gibi niteliksel bir karşılaştırma yapmaz. Onlara sanatı öğreten, dünya sanatında yer almış Richter, Lüpertz, Tony Cragg, Beuys, Krieg, Immendorff, Hödick, Penck, Uecker gibi Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’nin öğreticilerinden hiç biri Picasso’ya böylesine saldırmamışlardır. Almanya’nın diğer akademilerinde de durum değişmez. Paris ve Fransa’da da… Böylesine düzeysiz bir eleştiriyle “Kütleşmiş ve mitleşmiş isimleri eleştirmeden yola devam etmek çok zor. YENİDEN İNŞA” diyerek sanatın temellerini yok etmeye kalkışmak akla zarar. Özkan Eroğlu sanat için bu sözlerle yola çıkıyor. Oysa böyle bir yol yok. “Tanrım beni baştan yarat!” diye kullandığımız bu sözü “Tanrım sanatı ve evrenselliği baştan yarat!” denilecek bir yere taşımaya kalkışmak aklı başında olanların işi değildir. Sanatta “YENİDEN İNŞA” olmaz. Yapılanların tümünü yık ve yeniden sanat temeli oluştur, diye bir sanat yolu henüz var olmadı. Olamaz da… Sanat on binlerce yıllık temelleri üzerinde yükselmektedir. Her yenilik ve atılım o temeller üzerinde kurulan yapıyı yükseltir. Yeni bir yapı yoktur. Yeni bir yapı arayanların da sanatta yeri yoktur.
Picasso’yu sevmeyebilirsiniz. Yapıtları size sert ya da anlaşılmaz gelebilir. Bu kişinin kendi kararı… Ancak onun yapıtlarını beğenmedim, diyemezsiniz. Kişiye uyar, uymaz; söz konusu sanattır. Bu noktada durmak gerek.
İster ünlü isterse ünsüz olsun her sanatçı en yüksekteki sanat düzlemi üzerindedir. O düzlemde hiç kimse, bir başka sanatçının üzerinde değildir. Herkesin kendine göre özgün bir yeri vardır. Dünya sanatının evrensel değerleri içindeki düzlemde yer almış olan sanatçılar niteliksel açıdan karşılaştırılamaz. Düzey karşılaştırması da yapılamaz. Niteliksel açıdan evrenseldir, yaşadığı dönemde çağdaş ve özgündür. Yapılacak olan her sanatçının birbirinden farklı olan sanatsal özgünlüğünü ve özelliklerinin değerlendirmesini yapmaktır. Bir sanat tarihçi ve eleştirmen bunu yapmalıdır. Çünkü bunlar buz dağının ancak üstünü görebilirler. Altına doğru inmeye kalktıkça da saçmalamalar başlar.
Bu yazıdaki saçmalıklara bakacak olursak yazan kişi buz dağının üstünü de görememiş. Picasso’yu eritip yok etmiş. Biz buna kişinin kendini yok etmesi diyebiliriz.
Sanatı anlamak ve resim eleştirisi konusundaki kitapları iyi ki yazmış. Böylece sanat konusunda sanatta olmayan cevherleri nasıl yumurtladığını da anlama olanağı elde etmiş olduk. Kitaplarına ilişkin şöyle bir eleştirisi var: “Benim bütün kitaplarımı okumadan yazdıklarımı eleştiriyorlar…” Ben de diyorum ki: “ Recep İvedik filmlerinin ne olduğunu anlamak için tümünü mü izlemek gerekiyor?”
Bernardt Schultze Köln’de yaşamış büyük bir sanatçıdır. Benim çok iyi bir dostumdu. Bir söyleşide bana: “Picasso Leonardo’dan sonra sanatta dünyaya gelen ikinci bir sanat dahisidir.” demişti. Bu yazıyı yazanın Picasso’yu aşağılamasına mı yoksa dünya sanat tarihi’nde yer almış olan Schultze’nin dediğini mi göz önüne alacağız? Akıl; akıl, işte…
Picasso için yaptığı bu eleştiride Picasso’yla Matisse’i karşılaştırarak ve “YENİDEN İNŞA” diyerek ortaya bir sanat dengesizliği sorunu yaratan cevher çıkmış. Örnek verdiği diğer sanatçıları da hiç anlayamadığı anlaşılıyor. Böyle şeylere “Burası Türkiye” diyenler oluyor. Elbette sormak gerek, “Türkiye’de insan yaşamıyor mu?”
Böyle bir Picasso eleştirisine sizler artık, utanmazlık mı, kendini bilmezlik mi, tinsel dengesizlik mi, fırsatçılık mı yoksa başka şeyler mi dersiniz; bilemem…
Sanatı ve sanat tarihçiliğini nasıl anlamışsa işi Picasso’yla Matisse’i niteliksel açıdan karşılaştırmaya kalkmış. İşin içine El Greco ve Goya’yı da karıştırmış. Picasso nitelik olarak bu sanatçıların da gerisine düşürülmüş. Bence çok da iyi olmuş. Çünkü Matısse’i, El Greco’yu ve Goya’yı da anlayamadığını anlamış olduk. Matisse sağ olsaydı ve Picasso’yu aşağılayan böyle bir yazıyı okusaydı oldukça öfkelenirdi. 2. Dünya Savaşı’nda Matisse çok büyük bir geçim sıkıntısı yaşar. Picasso, Matisse’e karşı kırgın olsa da onu bu geçim sıkıntısından resimlerini satın alarak kurtarmıştır. Bu bile başlı başına büyük bir sanat ve sanatçılıktır… Matisse’in değerini bilmek ve böyle büyük bir sanatçının zarar görmesini engellemek az şey değil. Yaşam ve sanat için yarışma değil; dayanışmadır öz olan. Picasso budur…
Sabahattin Şen: Picasso’suz Olmuyor
Köln’deki Ludwig Müzesi’nde 1993 yılına açılan Picasso sergisine ilişkin o yıl yazdığım bir yazıyı bugün de gündeme getirme gereğini gördüm. Çünkü Picasso geçen her yıl ne denli büyük ve önemli bir sanatçı olduğunu yaşatıyor bizlere. Kübizm çıkışıyla o günlerde sanatta hiç kimsenin usundan ve imgesinden geçiremeyeceği bir devrim yarattı. En azından bu olağanüstü sanat çıkışı ve sanattaki üstün verimliliğiyle Picasso’nun eleştiri adı altında başka sanatçılarla karşılaştırılarak küçültüp değersizleştirmeye kalkışmak tinsel bir dengesizliktir. Son günlerde ne yazık ki Picasso’yu küçültmeye çalışan birinin yazılarıyla karşılaşmaktayız. Yazımın girişinde Picasso’nun gelecekte de değerini yitirmeyecek, diye belirttiğim vurgulamanın ardından 25 yıl geçti. Bugün de Picasso’suz olmuyor. Picasso tüm büyüklüğüyle yerinde duruyor. Picasso’ya ilişkin 1993 de yazdığım yazıyı sunuyorum. Saygılarımla…
PİCASSO’SUZ OLMUYOR
Dünyada adında en çok söz edilen, adına en çok kitap basılan sanatçıdır Picasso. Onun yarattığı şaşkınlığı da pek kimse yaratamadı. Kübizmle başlattığı şaşkınlık sürekli değişimlerle sürdürüldü. Geçmişin en çok ses getiren ve dünyayı şaşkına çeviren sanatçısı olan Picasso günümüzde de bu değerinden hiç bir şey yitirmedi. Gelecekte de yitirmeyecek. Önümüzdeki yüzyıllar içerisinde bu güçte bu denli ünü olacak başka bir sanatçı gelir mi, bilinmez. Bir gün belki… Ama kaç yüz yıl sonra. Kolay değil… Altı bini aşkın özgün resimler, yirmi bini aşkın baskı resimleri… Doksan iki yıllık bir ömre aralıksız çalışma ve aralıksız ataklıklar… Dünyanın birçok ülkesine, sanatseverlerine dağılmış resimlerinin bir araya toplanması olanaksız. İnsanlar, zaman, zaman onun adına düzenlenmiş sergilerle özlemlerini ve eksikliklerini gidermeye çalışıyor. Köln kenti bu açıdan kendini mutlu duyumsamalıdır.
Köln’ün en büyük ve dünyanın da sayılı büyük müzelerinden biri olan Ludwig Müzesi’nde 27.02 1993 ile 16.05 1993 tarihleri arasında Picasso sergisi düzenlendi. Bu serginin birinci özelliği, Ludwig Müzesi’ne adını veren Peter Ludwig’in Picasso’dan derlediği varsıl bir biriktiriminin olması… İkincisi, bu derlemenin gelişi güzel yapılmayıp Picasso’nun her dönemini içeren resimlerin bu nokta göz önüne alınarak seçilmiş olması. En eski tarih 1889 dan başlıyor. O yaşlarda Picasso babasının küçük bir portresini yapmış. 16.05.1972 tarihli bir resimle de ölümünden bir yıl öncesine dek olan çalışmalarını da görüyoruz.
Bu sergi Picasso’nun çalışmalarındaki evreleri aksatmadan iletiyor. Ancak Picasso’yla ilgili kapsamlı bir bilgi edinmek için Barcelona’daki ve Paris’deki müzelerin yerini tutmuyor. Ama bu üçlünün birbirlerine çok önemli katkısı var. Bu bağlamda Köln’deki serginin görülmemiş olması gerçek anlamda bir eksiklik. Her şeyden önce bölük pörçük bir sergi değil.
Doksan iki yıllık ömründe dinçliğin, diriliğin ve canlılığının sürekliğini izleyebiliyorsunuz. Sanatçının birbirini izleyen dönemlerini gördükçe doksan iki yıllık yaşamın ona kısa geldiğini kolayca anlayabiliyorsunuz. Dönemler arasında karşılaştırma yapabilme olanağı bulabiliyorsunuz. Picasso’nun 1971 yılında doksan yaşındayken çizdiği desenlerdeki çizgilerin canlı, diri ve titremesizliğini görünce şaşmamak elde değil. Yirmi beş yaşındayken ne derece gençse doksanında da öyle.
Sergilenen az sayıdaki yontulara karşılık baskı çalışmalarından oluşan baskı resimler için özel bir bölüm oluşturulmuş. Bir yandan seramik çalışmaları, bir yandan kalıplarıyla birlikte sergilenmiş baskı çalışmaları, yağlı boya, sulu boya, karışık teknik, kurşun kalemle mürekkeple desenler, lavi çalışmaları sergiyi varsıllaştıran güzel yönlerden başlıcaları.
Kimilerine Picasso’nun ünü abartılmış gelebilir. Kimilerine anlamak zor gelebilir. Kimileri onu daldan dala atlamış gibi de görebilir. “Ben aramıyorum; buluyorum” diyen sanatçının yaptıklarını anlayabilmek ve sindirmek kolay değil. Hızına ayak uydurmak anlaşılmasında büyük sorunlar yaratıyordu. İnsanları yıldırım çarpmışa döndüren Kübizm Picasso’nun ünlü olmasına ve ününü korumasına yeterdi. O, durağanlığın insanı olmadığından sanatla olan hesaplaşmasını sürdürdü. Ne o, ne de sanat yerinde duracak yapıda değildi. Picasso’yla ilgili bunca söylenen ve yazılanlardan sonra yeni şeylerin söylenmesi söylenenleri onaylatmak çok zor… Buna karşın bilinen birkaç noktayı belirterek kısa bir yineleme ve anımsatma yapabilirim. Bunların başında ölümü üzerinden yirmi yıl geçmesine karşın Picasso’suz bir sanat etkiliğinin boşlukta kalacağıdır. Onun çalışmalarının bizlere gösterdiği sanat yolları bugünkü sanatın can damarlarını oluşturuyor.
Yüzyılımızın başında sanat, geçmişin kabuğunu izlenimcilik ve dışa vurumculukla çatlatmıştı. Bir tıkanma söz konusu olmuştu. Bir arayış, bir korku, bir kuşkudur bürümüştü, ortalığı. Öncekilere yakın bir akım da durumu bir süre kurtarabilirdi. O da olmuyor ve gerçekleşmiyordu. Sanat ve sanatçılar istenilen özgürlüğün sınırlarını belirleyemezken birden bire ne olduğunu anlayamadıkları Kübizm’le karşılaştılar. Uzayın derinliklerine okyanusların diplerine giden yolların kapıları açılmıştı. Bir iki kol üzerinden ilerleme olanağı arayan sanatın kapıları, her yüreğin dileğine göre açıldı. Picasso’nun çalışmalarında açtığı yollarda önüne çıkan kapılardan korkusuzca içeriye girdiğini görüyoruz. Bu nedenle onun vardığı yerlerden daha ötelere gidilecek beldelere de ulaşıyoruz. Sanat toplumsuz, toplum sanatsız ve Picasso’suz olmuyor. Picasso’nun yüreği çağımızda baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojinin hızından çok daha ilerilere giden bir sanat olayını yarattı. İstenilen her yöne, istenilen hızda gitme özgürlüğünü kazanmış olarak sürdürüyor bugünkü sanatçılar, sanatlarını. Picasso’yu aşacağız. Picasso’dan sonra özgün yapıtlar yaratacağız ama Picasso’yu yadsımayacağız. Onun sanatta en büyük devrimci olduğunu unutmayacağız.”
Sabahattin Şen: Sanatta Gençlik
Yaşamımızda geleceği oluşturanlar, bugünün genç kuşağıdır. Genç kuşağı da yetiştiren bugünün orta yaşlı ve yaşlı olan kuşaktır. Gelecek, sürekli olarak böyle bir aktarma dizemiyle birbirine bağlı olarak bir gelişme gösterir. Geçmişin deneyim ve bilgilerinden yararlanarak daha ileri ve sağlıklı adımlar atılır. Durum böyle olunca sağlıklı düşünen ülkeler gençlerin donanımlı ve yararlı bilgilerle yetişmesini ister. Yaşam açısından gençler toplumların
Sabahattin Şen: Sanatta Değer Bilirlik
Düsseldorf’da bu yıl açılan ilginç bir sergiden söz edeceğim. Serginin adı Planet 58 (Gezegen 58). Ne denli gezegenle ilgisi var ya da yok bilemeyeceğim. Bu konuda bir açıklama da yok. Belki de vardır. Bu serginin neden açıldığı üzerinde açıklama var. Sanat açısından önemli ve ilginç olan da bu…
Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrencilerin her yıl topluca açmış olduğu RUNDGANG adlı sergi günlerine denk gelen günde açılan bu sergi önemli bir odak noktası oldu. Bu koşutluk Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’yle ilgili ve bağlantılıydı. Kuzey Ren Westfalya Eyaleti Sanat Koleksiyon Müzesi (Kunstsammlung Nordrein-Westfalen) bu serginin düzenleyicisi. İnsanların kafalarında oluşan bir soruya da yanıt verecek güzellikte bir serginin düşünülmesi bir diğer anlamda sanatta bir değer bilirliği de yansıtıyor.
Birçok okul gibi Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’ni çok sayıda öğrenci bitiriyor. Akademinin diğer okullara göre ayrıcalıklı bir yanı var. Özellikle her yıl tüm öğrencilerin topluca açtığı RUNDGANG adındaki sergi 1975 yılından bu yana düzenli olarak açılır. Tüm dünyanın sanat açısından ilgisini çeker. Dünyanın her tarafından galericiler, müze yetkilileri, sanat eleştirmenleri, koleksiyoncular ve sanatseverler gelir. Çok başarılı bir sanat etkinliğidir. Öğrenci sergisi diye düşünsek de çağdaş sanatla başarılı biçimde başa baş niteliğe odaklanan başarılı çalışmalarla doludur. Ünü de buradan gelir. Genç sanatçılar daha öğrenciyken kendilerini tanıtma olanağı bulur. Öğrenciler dünya sanatı içinde büyük bir sanat yarışmacı konumundadır. Sanat eğitiminin ve eğiticilerinin onlara kazandırdığı böyle bir güç var. Yeteneklerini tüm güçleriyle kullanarak öğrenim yıllarını boşa geçirmezler. Nasıl bir eğitimdir ki sanat niteliğinden ödün vermeyen çok başarılı öğrenciler yetişmekte. Doğrudan insan ve insanlığın özünü ilgilendiren evrensel bir alanda görev yüklenmiş bir okul. Sanatın özelliği ve önemi burada yatıyor.
Bu yıl Planet 58 adı altında kafalardaki sorulara yanıt oluşturacak bir sanat etkinliği düzenlendi. Daha okuldayken sanatta çok iyi bir düzeyi yakalayan öğrencilerin okulu bitirdikten sonraki durumu beni de çok düşündürmüştür. Bunca başarılı bir eğitim ve nitelikli sanat gücü nereye gidiyor? Öğrenciyken galerilerce beğenilenlerin sanat dünyasına erken kazandırıldıklarını biliyoruz. Diğerlerine ne oluyor ve sanatla olan kazanımları nereye gidiyor, sorusuna az da olsa açıklık getiren sağlam bir yanıt bulmak kolay değil. Yıllarca öğrenci yetişir ve bu akademiyi bitirenlerin sayısı çoktur. Akademiyi bitiren çok sayıdaki sanatçı adayları okulu bitirdikten sonra sanatta neler yaptıkları, neleri başarıp başaramadıkları çoğu kişiyi düşündürse de istenilen yanıtı bulmak zor. Bunların kaçı sanat çalışmalarını sürdürüyor, kaçı başarılı oluyor, düşüncesi boşlukta kalıyor. Bir bakıma sanat adına okulu bitiren bunca öğrencinin daha sonra ne derece başarılı oldukları, bu oranın ne olduğunun yanıtı gerektiği oranda saptanamıyor. Okuldan sonra herkes bir yere dağılıyor. İnsanlar kendi bölgelerinde olup bitenle, karşılaştıkları öğrencilerin başarılarıyla sınırlı kalıyorlar. Okuldaki onca emeğin ve okul için yapılan onca harcamanın ne derece boşa gidip gitmediği çok iyi bilinmiyor. Yine de çok sayıdaki başarılara da tanık olanlar oluyor. Bu bağlamda çok sayıda sanatçının yetiştiği, sanatı sürdürdükleri biliniyor. Her başarılı olanın arkasında her şeyden önce bir sanat yüksek okulu ve bir akademinin yattığı da biliniyor.
Sanattaki başarı bir bakıma göreceli gibi görünse de gerçek bir durumun da varlığı söz konusu. Sanat eğitimi alanların daha sonra sanatı sürdüremediği göreceli bir düşünce kapsamında olmasına karşın durum gerçekten ne derece göreceli? Sanatta başarının en önemli özelliği özgün bir yeteneğe bağlı… Yetenek de yetmiyor. Gerekli çabayı, çalışmayı gösterme zorunluluğunun yanında doğru yönlendiren bilgilerin de kazanılmış olması gerek. Sanat yarışı bam başka bir yarış. Dünyaca ünlü sanatçıların elinde yetişen bu gençlere ne oluyor? Topluma yeterince yansıyan, toplumun sanatla ilgisini arttıran kazanımlar ne durumda? Herkes çok şeyin olabildiğini düşünse de etkileyici bir durumun gücünü bilmiyor.
Almanya’da birçok lise, okulu bitiren öğrencilerini on yıl sonra bir araya toplamaya çalışır. Öğrenciler öğretmenleriyle yeniden karşılaşırlar. Kimin on yıl içinde neler yaptığını öğrenirler. Benim oğlum da böyle bir toplantıya katılmıştı. Okulda çok yaramaz ve ders çalışmaz olarak bilinen oğlumun üniversiteyi bitirip doktorasını üstün bir dereceyle yaptığını öğrenen öğretmenleri çok şaşırmışlardı. Bunun ötesinde o denli mutlu olmuşlardı ki başarının içinde kendi öğreticiliklerinin payının olması çok güzel bir coşkuydu. Karşılarında onlardan çok şey öğrendiği gerçeğini söyleyen başarılı bir delikanlı vardı. Verilen emeklerin, çabaların semeresini görebiliyorlardı. Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki durumu anlamaya çalışmak bir sorumluluğu gözden geçirme yürekliliğini de göstermekti.
Bu sergiyi düzenleyenler on yıl gibi uzağa gitmeye gerek görmemişler. Bir bakıma en zor olan yolu seçmişler. 2018 yılında Düsseldorf’daki akademi ve yüksek okulu bitirenlere ulaşmışlar. Daha bir yıl dolmadan onlarla bir sergi düzenlemeye kalkmışlar. Ciddi bir elemeden geçirerek tam altmış katılımcı seçmişler. Salt Düsseldorf’da olup biten bir görünüm. Okulu bitirenler hiç hız kesmeden sanat dünyasında başarılı bir biçimde yer almışlar. Sayı da gerçekten dudak uçurtucu… Bir yıla ilişkin okul bitirenlerin başarı sayısı gerçekten çok yüksek. İnsana bu sayı abartılı gibi gelebilir. Daha bir yılları dolmadan sanattaki durum saptaması yapmak akla aykırı gelebilecek bir girişim gibi görülebilir. Başarıyı yükseltmek için aralarına sıradan işler yapanları da ekleye bilirlerdi. İşte o zaman pirincin taşını ayıklamak etkinliği yapanların başını yakardı. İzleyicilerin bilinçli olduğu ve kimilerinin de sanat konusunda oldukça uzman olduğu, nitelikli eleştirmenler düşünüldüğünde sergiyi düzenleyenlerin ne denli bir tehlikeyi göze aldıkları da ortada. Şöyle üç, beş yıl sonrasını derleyip toparlamak daha güvenli olabilirdi.
Sanatta kendine güvenen bir ülke, tartısını, ölçüsünü de ince bir çizgiden geçirmeyi gerekli kılarak yapılacak değerlendirmede gerçeğe ulaşmaktan sakınmamıştı. Okulu bitireli daha bir yıl dolmadan altmış genç sanatçıyı sanatseverlerle buluşturmuşlar. Okuldan sonra da boş durmayıp sanatsal çalışmalarını sürdüren bu genç insanların sanat başarısı gerçekten övgüye değer. Verilen emeğin verimli bir sonuca ulaşması sanat açısından genelde oldukça zor bir başarıdır. Şöyledir, böyledir diyerek atıp tutan yok. Okulu bitirdikten sonra kendilerini daha da geliştirmek için başka okullara da gitme durumu yok. Çünkü okul, bu açıdan ve her yönden başarılı bir sanat eğitimi veren üstün nitelikte bir sanat kurumu… Başka ülkelerden sanatı öğrenmek için gelen çok sayıda yabancı öğrenciler de var. Gerçek anlamda somut ve inanılmaz bir başarı örneğiyle karşılaşıyoruz. Kısa süre içerisinde bu düzeyde çalışmalar yapan bu genç sanatçılar için söylenecek söz şu: Çok zor olanı çok kısa bir zaman içerisinde başarmış olmanızı yürekten kutluyoruz…
Bu, değer bilirliğin çok ince nitelikteki bir duyarlılığıydı.
Bizdeki durum çok başka… Onlarca yıl etinle tırnağınla yabancı bir ülkede sanatta başarılı olmak, kimilerinin gözünde yetmiyor. Altmış yaşına da gelmişsin üstelik. Bir zamanlar öğrenciyken okulda öğretmenlik yapmış kişiyle karşılaşıyor, selamlaşıyorsun. Yanındakine seni tanıtıyor ve şunu diyor: “Bu bizim eski öğrencimiz…” İncelikten ve duyarlılıktan yoksun, çok kaba bir biçimde barbarlaşabiliyor. Onca başarıyı öğrenciliğe indirgiyor. Öğretmenliği, öğretmenlik olmayınca, sanatta çağdaşlığın çok gerisinde kalınca olacağı da bu işte… Alın size, bizdeki değer bilirliği…
Sergiye katılanlarla ilgili sayının bu denli çok olabileceğini düşünmemiştim. Akademinin durumunu ve niteliğini çok iyi biliyordum. Sayının bu denli yüksek olabileceğini tahmin edemezdim. Sergideki yapıtların sanat açısından nitelikli olması, sayının nicelikli olmadığını kanıtlıyor.
Bana, ister istemez şöyle korkunç bir gerçeği de düşündürdü: 1883 yılında kurulan İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi bugüne dek neden doğrudan bir sanatçı çıkarabilme başarısını göstermedi? Aradaki farkı düşünmek bile istemiyorum. Bunun boşboğazlıkla olamayacağını neden öğrenemedik? Bize doğruları ve gerçekleri anlatmaya çalışanlara karşı neden kabalaşıp saldırganlaştık? Sanatın insan inceliğinin en üst noktası olduğunu neden görmezlikten geldik? Daha işin başlarındayken yürüdüğümüz yolun yanlış olduğunu neden bile, bile yürüdük?… Yetenekli öğrencilerin yeteneklerini yok edip dünya sanatında yer almalarını engellemek için kafalarına neyle vurup ezdik? Bu okulun bir yıl, on yıl, yüz yıl sonrası değil 136 yıl sonrasında dünya sanatına kattığı bir sanatçı olmaz mı? Pabuç gibi uzayan dillerden kaç ayakkabı fabrikası çıkar kim bilir ama, sanatçı çıkmadı. Daha bir yıl dolmadan altmış sanatçı çıkaran okullar varken bu başarı karşısında “Avrupa’da sanat öldü…” kulpunu takmaya kalkmanın ne anlama geldiğini düşünmek bile istemiyorum.
Bizim yapamadığımızı başkaları diye bildiğimiz burası yapıyor. Bu sergide bizden de bir sanatçı var. Adı Meral Alma. Daha önceleri de buradan sanatçılarımız çıktı. Biz uyurken elin adamı uyumuyor; uyutmuyor.
Lafla peynir gemisini yürütmeye çalışma aymazlığı içinde olduğumuzu ne zaman anlayacağız?
Sabahattin Şen: Yaşama Sanatla Gülümseyebilmek
Sanat yaşama gülümseyebilmektir. Yaşama gülümseyebilmek de sanattır. Bunları birbirinden ayıramayız. İnsanın sanatsal yaratıcı gücü en güzel duyguları en üst derecede ortaya koyabilmektir. Kendi değerlerimizi böylesine ortaya koyabilmek mutluluğun da kendisidir. İnsanın yarattığı sanattan daha üstün bir değer olmadığına göre sanat bizim için yaşamın güzellik duygusunun en zor koşullarda bile bize gülümsemesidir. Ne olursa olsun insan kendi içindeki güzellikleri her an her yerde duyumsar. Dünyanın çok korkunç olan iki büyük dünya savaşında kendi insanlık değerlerimizi duyumsayarak daha da güçlendiği gerçeğini unutmamalı. Ölüm korkusuna karşı içimizdeki sanatsal duygular her zaman koruyucu olmuştur. O anlarda sanat bize sürekli gülümser ve biz de ister istemez can simidi gibi ona acılar ve umarsızlıklar (çaresizlik) içinde gülümseriz. Var olduğumuzun, yaşamın değerini en üst düzeyde algılamaktır. Bir hiç olmadığımızın kanıtıdır. İşte böylece sanatla kendimizin ve yaşamın güzellikleriyle birlikte mutluluğunu yakalayabiliriz.
Sanat diye yozluklarla yol aldığınızda ne sanat size gerçekten gülümser ne de sizin gülümsemeniz sanata gider. Sanatla barışık olmak ve sanatın gerçek diliyle konuşabilmeyi başarmanız gerekir. Yolunuz yapay gülücüklere, sanattan uzak anlatımlara düşmesin. Sanatın kendisi için yol aldığınızda sanata ulaşır ve birbirinizi anlayan gülücüklerin mutlu insanı olursunuz.
Yaşamında çok zor günler geçiren, çok büyük sıkıntılar ve yıkımlar yaşayan sanatçıların başında Van Gogh gelir. Çoğumuz onu kulağını kesen dengesiz bir ressam olarak biliriz. Böylesine sorunlar yaşayan bir sanatçının sanatını anladığımızda yaşama, duygularıyla nasıl gülümsediğini de anlarız. Onu ayakta tutan sanatın verdiği bu iç huzur ve mutluluğun yaşama gülümsemesidir. O gülümsemeyi bir an yitiren Van Gogh ne yazık ki canına kıymıştır. Bedensel sağlıksızlığına konulan ya da konulmaya çalışılan tanılar yanlıştı. Bedensel sorunları ruhsal bir hastalığı olduğu tanısına dek gitti. Buna göre sağaltımlar (tedavi) yapılmak istenirken toplum içinde de bir deli olduğu anlayışı yaygınlaştı. Ne yazık ki onun yaşama gülümsemesi bu nedenle engellendi ve canından bezdi. Bu denli etkilenmeyip yaşama gülmesi engellenmemiş olsaydı bize bıraktığı yaşama gülümseyen çalışmalarının sayısı çoğalacaktı. Bedensel sağlıksızlığına aldırmadan yaşama gülümsemesini sağlayan sanatla mutlu ve gülümseyen bir ruhla karşılayacaktı ölümü. Her şeye karşın bize ondan sanatla gülümseyen resimleri kaldı.
Savaş ve zor günlerde sanatla yaşama gülümseyenlerin sayısı hiç de az değildir. Öldürüleceğini bile, bile yaşadığı son noktaya dek o güzelliğin mutluğuyla canlı kalmışlardır. Birçoğumuz anımsar mı anımsamaz mı bilemem, 1973 de Şili’deki Pinoche’nin askeri darbesinde yüz binlerce insan işkence gördü ve sayısı bilinmeyecek sayıda Şilililer öldürüldü. Onbinlercesi bir futbol stadyumuna toplandı. Bunlar arasında Victor Jara adındaki ünlü gitarist de vardı. Müzikteki başarıları geleceği de aydınlatacak güzellikteydi. Ölmeseydi onun çok sayıdaki yapıtlarıyla daha çok gülümseyecektik yaşama. Cuntadan yana olsaydı yaşardı ama o böylesi bir uzlaşmayla artık ne sanatla gülümseyebilirdi ne de sanat ona… Yapılanlara karşı çıktı o stadyumda. Elinde gitarıyla insanların onurlu bir insan olarak yaşama gülümsemeleri için çalıyordu. Parmaklarını kestiler, dövdüler ama o gülümseyerek bu kez şarkılar söylemeye başladı. Stadyumdakiler de onunla birlikte söyleyerek yaşama gülümsüyorlardı hep bir ağızdan. Victor Jara bunu yaparken öldürüleceğini de biliyordu. 41 yaşındaydı. Ölmeden önce son bir kez daha yaşama sanatla gülümsüyordu ve gülümserken öldürüldü. Bizlere ondan kalan yapıtların gülümsemesinden çok ölürken ki gülümsemeleri çınlayan kahkahalara dönüşmüş olarak kaldı. Picasso’yu ölüm döşeğinde de sanat yapmaya iten güç, sanatın gülümsemesiyle yaşama da bırakmak istediği gülümsemedir.
Binbir sıkıntılar, hastalıklar ve sorunlar yaşamasına karşın insan dünyaya yapabileceği en güzel şeyleri yapmak için gelmiştir. İnsanda var olan özellikler bunu başarmaya yeterli donanımlarla yüklüdür. İnsan iyi ve güzel şeyler yapabileceği gücünü istediğinde kötüye de kullanabilmeye çevirebilmektedir. Oysa o donanım kötülük yapması için değil kendini zor durumlarda koruma altına almak içindir. Çeşitli doğal yıkımlardan kurtulmak, kendini korumak için geliştirebileceği çok sayıda yöntemler vardır. Bunlar ne yazık ki aynı zamanda kötülük yapmak için de kullanılabilir. Kızılderililer bizonları gereksinimleri sayısında öldürürlerdi. Öldürmek elbette güzel değildi ama yaşam için zorunluluk olunca belli yöntemlere başvurmak zorunluluğu doğuyordu. Şurası kesin ki Kızılderililer bir hayvanı istemeyerek öldürdüklerinin bilincindeydiler. Bu nedenle gereksinimlerinden fazlasına kıymazlardı. Oysa beyazlar geldiğinde bizonları sürüsüyle öldürdüler. Doğayı da kirlettiler. Birbirlerini de öldürdüler. Savaşlarla daha çok öldürme planları yaptılar. Yaşama sanatla gülümseyenlerin hiç biri ne savaş ister ne de savaşmak.
Kızılderililerin iç dünyalarındaki doğa ve insen sevgisi onları sanatsal bir duyarlılık düzeyine yükseltmişti. Yaşamın ve doğanın gülümsemesini kendilerinde derin bir felsefeyi, sanatsal duyarlılığı büyüttü. Bu nedenle beyaz adamların yaptıklarını anlayamadılar. Hangi sanatçı bugüne dek savaş için karar verip insanları savaşa sürüklemiştir? Bir tek örneği bile yok. Bizler de yaşama sanatla gülümseyerek dünyaya güzel şeyler yapmak için var olduğumuz düşüncesinin aydınlık yolundan ayrılmamalıyız. Böylece insan olma görevimizi sürdürerek bizden sonrakilere de yaşamlarını yaşama gülümsemeyle sürdürmeyi bırakabiliriz.
Kendini koruma duygusuyla insanlar ucuna taş bağlı sopalardan başlayarak mızrak, ok gibi silahlar yapmak zorunda kalmışlardır. Avlanmalarını da kolaylaştırdığı için beslenme gereksinimlerine de katkısı olmuştur. Ev bark yapmak için de kesici gereçlere gereksinim duyulmuştur. Mutfak bıçağı yemek yapma işinde kullanılmak için yapılsa da mutfak bıçağıyla çok sayıda insan da öldürülmüştür. Günümüze dek koruma için düşünülen silahlar atom bombasıyla insan öldürmeye dek gelişme göstermiştir. İnsanın kendini koruma ve avlanma güdüsüyle başlayan araç, gereç ve silah yapımı bugün salt insan öldürmeye yönelik ölüm gereçleri durumundadır. Artık insana yardımcı olan konumunu yitirmiştir. Tam anlamıyla en kolay insan nasıl öldürülüp yok etmeye yaramaktadır. Bu noktadan bakınca ne sanatın, ne sanatçının, ne bilimin, ne kültürlerin ne de insanın önemi ve değeri kalmamıştır.
Sağlık alanına baktığımızda bunun karşı konumu ortaya çıkmaktadır. Sağlık kurum ve kuruluşları: Sağlık alanında görev alanları yaşama, sanata gülümsemeye en yakın olanlar olarak bakmak gerek. Sağlık görevi, insanı sağlıksızlığın sorunlarından kurtarmayı amaçlar. Yapılan ilaçlar da iyileştirmeye yöneliktir. Kimi yerde de ilaç ve sağaltım yoluyla insanları sömürme yolunu gidilmiştir. Bunlar konunun dışındadır.
Toplu ölümler için ilaç yapılmaz. Adı üstünde: İlaç… İyileştirme için kullanılan bileşimlerdir. Öldürücü özelliği olanlar olsa buna neden olmaması için özen gösterilir, kullanma süresi, miktarı ayarlanır. Doktorlar ve sağlık görevlileri ilacın insana zarar vermesini de engellemeyle yükümlü ve sorumludurlar. Onlar bu görevlerini insan canının kurtarılması için kullanırlar. Öldürmek için değil. Sağlıklı insanlarla sağlıklı bir toplumsal yaşamda insanlar daha yaratıcı ve daha mutlu olacaklarının bilincindedirler. Acılar gülümsemeye dönüşsün isterler. İnsanların bedensel sağaltımı için çok büyük çabalar ve verdiğimiz uğraşlar içsel bir dengeyle desteklenmedikçe sorunlar bitmez. İnsanların sanata, sanatın da insanlara gülümsemesini sağlamak gerekiyor. Sanat da insanın ruhsal sağlığındaki acıları gülümsemeye çeviren en önemli etmendir. Sağlık ve sanatın bu ortak yönünü hiçbir zaman unutmamalıyız. Sanatla yaşama gülümseyebilme sağlığını kazanan toplumlar uygarlaşan toplumlardır. İnsanlarsa daha üst düzeyde insanlaşabilenlerdir.
Sabahattin Şen: Picasso’yu Eleştirmek Derken
Bundan önce yayınlanan “Picasso’suz Olmuyor” yazım bu yazıya ilişkin ön bir yazıydı. Özkan Eroğlu’nun Picasso’yla Matisse’i niteliksel açıdan karşılaştıran yazısındaki tutarsızlıkların ortaya koyduğu sanat yıkımına yanıt vermek gerekiyordu. Çünkü ülkemizde sanat henüz evrensel ve çağdaş anlamda bir yere oturamadı. Yanlış ellerle de yozlaştırılarak önü kesildi. Hele son zamanlarda ülkedeki her alandaki çöküşle birlikte sanat da yozluğun içinde daha da yozlaştırıldı. Sanatta ayağımız bir türlü yere basmadı ve gerilere doğru hızla kaymakta. Bu kaymayı hızlandıran Picasso ve Matisse karşılaştırması sanatı çok acı bir duruma sürükledi. Sanatı arayan insanımız bu tür yazılarla sanat yerine kokuşmuşluğun çukuruna düşürülmekte. Ben de buna karşı tepkimi ortaya koyuyorum.
Özkan Eroğlu’nun “Bir Picasso Eleştirisi” adı altındaki yazısında Picasso eleştirisiyle değil, Picasso’yu alçaltmaya yönelik bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Bir anlamda Picasso’yla yaratılmış büyük bir sanat devrimi dengesizleştirmeye kalkışılmıştır. Picasso’nun sanatta yarattığı olağanüstü düzeydeki bir sanat dünyasının arkasından günümüz sanatçılarında da Picasso’dan bir parça vardır. Ortalığı şaşkına çeviren “Kavramsal Sanat” temelini Picasso’dan alır. Picasso’yu alçaltmaya kalkanlar ve sanatta başarılı olamayan, sanatı anlayamayan da olmuştur. Psikologlar da Picasso’ya kendi psikolojik dengesizlikleriyle saldırmaya kalkışmışlardır. Picasso, sanatın dengeleri içindeki özel konumdaki büyüklüğüyle yerini korumuştur. Özkan Eroğlu, Picasso’yu geçmişte eleştirenlerin, alçaltıp küçültmeye kalkanların ne olduğuna şöyle bir baksaydı hepsinin yerin yedi kat dibinde olduklarını görürdü. İtler ürüdü; Picasso yürüdü ve büyüdü. Kendini çok önemli psikolog düzeyinde görenler siliklikten kurtulup kendilerini öne çıkarma hastalığıyla Picasso’yu psikolojik hasta yaptılar. Şimdi onlar kim ve neredeler? Bilen yok… Çünkü hasta olan kendileriydi.
Alman psikolog Alfred Adler der ki: “Eğer ruhsal hastalığı olan herkesin başına birer beyaz bere giydirilseydi dünya pamuk tarlasına dönerdi.” Almanların çok sık kullandığı bir söz var: “Herkeste bir kaçıklık vardır.” Sanatçılar en iyi kaçıklardır, Almanlara göre… Bu bağlamda Picasso’yu eleştireceğim diyerek çirkinleştirmeye kalkanların içlerindeki çirkinlikleri örtmeye kalkışma çabası olarak görmenin gerçeklik yanının olduğu düşünülse iyi olur.
Picasso’yu elbette eleştirebiliriz, eksiksiz insan olmaz. Eleştireceğim diye niteliksel bir alçaltmayla Picasso’yu ve sanatta yarattığı devrimciliği çirkinleştirip alçaltamazsınız…
Picasso’yu böyle dolaylı yoldan eleştirmeye kalkışarak dünyanın devrimci ve eşsiz sanatçısını yerlerde sürükleyecek nitelemelerle alçaltmaya kalkışmak ne sanat tarihçisinin ne de sanattan anlamayıp kendini sanat eleştirmeni yerine koyanların işidir. Bunu meydanı boş bulmak, Abdurrahman Çelebi’liktir. Bunu da tinsel sorunlar açısından değerlendirmek gerek.
Neden mi?
Sanattan anlayanları bir yana bırakıyorum; gerçek sanat eğitimi alan ve henüz bir yıl eğitimini sürdürmüş olan bir sanat öğrencisi sanatçıları koç toslaştırmak gibi niteliksel bir karşılaştırma yapmaz. Onlara sanatı öğreten, dünya sanatında yer almış Richter, Lüpertz, Tony Cragg, Beuys, Krieg, Immendorff, Hödick, Penck, Uecker gibi Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’nin öğreticilerinden hiç biri Picasso’ya böylesine saldırmamışlardır. Almanya’nın diğer akademilerinde de durum değişmez. Paris ve Fransa’da da… Böylesine düzeysiz bir eleştiriyle “Kütleşmiş ve mitleşmiş isimleri eleştirmeden yola devam etmek çok zor. YENİDEN İNŞA” diyerek sanatın temellerini yok etmeye kalkışmak akla zarar. Özkan Eroğlu sanat için bu sözlerle yola çıkıyor. Oysa böyle bir yol yok. “Tanrım beni baştan yarat!” diye kullandığımız bu sözü “Tanrım sanatı ve evrenselliği baştan yarat!” denilecek bir yere taşımaya kalkışmak aklı başında olanların işi değildir. Sanatta “YENİDEN İNŞA” olmaz. Yapılanların tümünü yık ve yeniden sanat temeli oluştur, diye bir sanat yolu henüz var olmadı. Olamaz da… Sanat on binlerce yıllık temelleri üzerinde yükselmektedir. Her yenilik ve atılım o temeller üzerinde kurulan yapıyı yükseltir. Yeni bir yapı yoktur. Yeni bir yapı arayanların da sanatta yeri yoktur.
Picasso’yu sevmeyebilirsiniz. Yapıtları size sert ya da anlaşılmaz gelebilir. Bu kişinin kendi kararı… Ancak onun yapıtlarını beğenmedim, diyemezsiniz. Kişiye uyar, uymaz; söz konusu sanattır. Bu noktada durmak gerek.
İster ünlü isterse ünsüz olsun her sanatçı en yüksekteki sanat düzlemi üzerindedir. O düzlemde hiç kimse, bir başka sanatçının üzerinde değildir. Herkesin kendine göre özgün bir yeri vardır. Dünya sanatının evrensel değerleri içindeki düzlemde yer almış olan sanatçılar niteliksel açıdan karşılaştırılamaz. Düzey karşılaştırması da yapılamaz. Niteliksel açıdan evrenseldir, yaşadığı dönemde çağdaş ve özgündür. Yapılacak olan her sanatçının birbirinden farklı olan sanatsal özgünlüğünü ve özelliklerinin değerlendirmesini yapmaktır. Bir sanat tarihçi ve eleştirmen bunu yapmalıdır. Çünkü bunlar buz dağının ancak üstünü görebilirler. Altına doğru inmeye kalktıkça da saçmalamalar başlar.
Bu yazıdaki saçmalıklara bakacak olursak yazan kişi buz dağının üstünü de görememiş. Picasso’yu eritip yok etmiş. Biz buna kişinin kendini yok etmesi diyebiliriz.
Sanatı anlamak ve resim eleştirisi konusundaki kitapları iyi ki yazmış. Böylece sanat konusunda sanatta olmayan cevherleri nasıl yumurtladığını da anlama olanağı elde etmiş olduk. Kitaplarına ilişkin şöyle bir eleştirisi var: “Benim bütün kitaplarımı okumadan yazdıklarımı eleştiriyorlar…” Ben de diyorum ki: “ Recep İvedik filmlerinin ne olduğunu anlamak için tümünü mü izlemek gerekiyor?”
Bernardt Schultze Köln’de yaşamış büyük bir sanatçıdır. Benim çok iyi bir dostumdu. Bir söyleşide bana: “Picasso Leonardo’dan sonra sanatta dünyaya gelen ikinci bir sanat dahisidir.” demişti. Bu yazıyı yazanın Picasso’yu aşağılamasına mı yoksa dünya sanat tarihi’nde yer almış olan Schultze’nin dediğini mi göz önüne alacağız? Akıl; akıl, işte…
Picasso için yaptığı bu eleştiride Picasso’yla Matisse’i karşılaştırarak ve “YENİDEN İNŞA” diyerek ortaya bir sanat dengesizliği sorunu yaratan cevher çıkmış. Örnek verdiği diğer sanatçıları da hiç anlayamadığı anlaşılıyor. Böyle şeylere “Burası Türkiye” diyenler oluyor. Elbette sormak gerek, “Türkiye’de insan yaşamıyor mu?”
Böyle bir Picasso eleştirisine sizler artık, utanmazlık mı, kendini bilmezlik mi, tinsel dengesizlik mi, fırsatçılık mı yoksa başka şeyler mi dersiniz; bilemem…
Sanatı ve sanat tarihçiliğini nasıl anlamışsa işi Picasso’yla Matisse’i niteliksel açıdan karşılaştırmaya kalkmış. İşin içine El Greco ve Goya’yı da karıştırmış. Picasso nitelik olarak bu sanatçıların da gerisine düşürülmüş. Bence çok da iyi olmuş. Çünkü Matısse’i, El Greco’yu ve Goya’yı da anlayamadığını anlamış olduk. Matisse sağ olsaydı ve Picasso’yu aşağılayan böyle bir yazıyı okusaydı oldukça öfkelenirdi. 2. Dünya Savaşı’nda Matisse çok büyük bir geçim sıkıntısı yaşar. Picasso, Matisse’e karşı kırgın olsa da onu bu geçim sıkıntısından resimlerini satın alarak kurtarmıştır. Bu bile başlı başına büyük bir sanat ve sanatçılıktır… Matisse’in değerini bilmek ve böyle büyük bir sanatçının zarar görmesini engellemek az şey değil. Yaşam ve sanat için yarışma değil; dayanışmadır öz olan. Picasso budur…
Sabahattin Şen: Picasso’suz Olmuyor
Köln’deki Ludwig Müzesi’nde 1993 yılına açılan Picasso sergisine ilişkin o yıl yazdığım bir yazıyı bugün de gündeme getirme gereğini gördüm. Çünkü Picasso geçen her yıl ne denli büyük ve önemli bir sanatçı olduğunu yaşatıyor bizlere. Kübizm çıkışıyla o günlerde sanatta hiç kimsenin usundan ve imgesinden geçiremeyeceği bir devrim yarattı. En azından bu olağanüstü sanat çıkışı ve sanattaki üstün verimliliğiyle Picasso’nun eleştiri adı altında başka sanatçılarla karşılaştırılarak küçültüp değersizleştirmeye kalkışmak tinsel bir dengesizliktir. Son günlerde ne yazık ki Picasso’yu küçültmeye çalışan birinin yazılarıyla karşılaşmaktayız. Yazımın girişinde Picasso’nun gelecekte de değerini yitirmeyecek, diye belirttiğim vurgulamanın ardından 25 yıl geçti. Bugün de Picasso’suz olmuyor. Picasso tüm büyüklüğüyle yerinde duruyor. Picasso’ya ilişkin 1993 de yazdığım yazıyı sunuyorum. Saygılarımla…
PİCASSO’SUZ OLMUYOR
Dünyada adında en çok söz edilen, adına en çok kitap basılan sanatçıdır Picasso. Onun yarattığı şaşkınlığı da pek kimse yaratamadı. Kübizmle başlattığı şaşkınlık sürekli değişimlerle sürdürüldü. Geçmişin en çok ses getiren ve dünyayı şaşkına çeviren sanatçısı olan Picasso günümüzde de bu değerinden hiç bir şey yitirmedi. Gelecekte de yitirmeyecek. Önümüzdeki yüzyıllar içerisinde bu güçte bu denli ünü olacak başka bir sanatçı gelir mi, bilinmez. Bir gün belki… Ama kaç yüz yıl sonra. Kolay değil… Altı bini aşkın özgün resimler, yirmi bini aşkın baskı resimleri… Doksan iki yıllık bir ömre aralıksız çalışma ve aralıksız ataklıklar… Dünyanın birçok ülkesine, sanatseverlerine dağılmış resimlerinin bir araya toplanması olanaksız. İnsanlar, zaman, zaman onun adına düzenlenmiş sergilerle özlemlerini ve eksikliklerini gidermeye çalışıyor. Köln kenti bu açıdan kendini mutlu duyumsamalıdır.
Köln’ün en büyük ve dünyanın da sayılı büyük müzelerinden biri olan Ludwig Müzesi’nde 27.02 1993 ile 16.05 1993 tarihleri arasında Picasso sergisi düzenlendi. Bu serginin birinci özelliği, Ludwig Müzesi’ne adını veren Peter Ludwig’in Picasso’dan derlediği varsıl bir biriktiriminin olması… İkincisi, bu derlemenin gelişi güzel yapılmayıp Picasso’nun her dönemini içeren resimlerin bu nokta göz önüne alınarak seçilmiş olması. En eski tarih 1889 dan başlıyor. O yaşlarda Picasso babasının küçük bir portresini yapmış. 16.05.1972 tarihli bir resimle de ölümünden bir yıl öncesine dek olan çalışmalarını da görüyoruz.
Bu sergi Picasso’nun çalışmalarındaki evreleri aksatmadan iletiyor. Ancak Picasso’yla ilgili kapsamlı bir bilgi edinmek için Barcelona’daki ve Paris’deki müzelerin yerini tutmuyor. Ama bu üçlünün birbirlerine çok önemli katkısı var. Bu bağlamda Köln’deki serginin görülmemiş olması gerçek anlamda bir eksiklik. Her şeyden önce bölük pörçük bir sergi değil.
Doksan iki yıllık ömründe dinçliğin, diriliğin ve canlılığının sürekliğini izleyebiliyorsunuz. Sanatçının birbirini izleyen dönemlerini gördükçe doksan iki yıllık yaşamın ona kısa geldiğini kolayca anlayabiliyorsunuz. Dönemler arasında karşılaştırma yapabilme olanağı bulabiliyorsunuz. Picasso’nun 1971 yılında doksan yaşındayken çizdiği desenlerdeki çizgilerin canlı, diri ve titremesizliğini görünce şaşmamak elde değil. Yirmi beş yaşındayken ne derece gençse doksanında da öyle.
Sergilenen az sayıdaki yontulara karşılık baskı çalışmalarından oluşan baskı resimler için özel bir bölüm oluşturulmuş. Bir yandan seramik çalışmaları, bir yandan kalıplarıyla birlikte sergilenmiş baskı çalışmaları, yağlı boya, sulu boya, karışık teknik, kurşun kalemle mürekkeple desenler, lavi çalışmaları sergiyi varsıllaştıran güzel yönlerden başlıcaları.
Kimilerine Picasso’nun ünü abartılmış gelebilir. Kimilerine anlamak zor gelebilir. Kimileri onu daldan dala atlamış gibi de görebilir. “Ben aramıyorum; buluyorum” diyen sanatçının yaptıklarını anlayabilmek ve sindirmek kolay değil. Hızına ayak uydurmak anlaşılmasında büyük sorunlar yaratıyordu. İnsanları yıldırım çarpmışa döndüren Kübizm Picasso’nun ünlü olmasına ve ününü korumasına yeterdi. O, durağanlığın insanı olmadığından sanatla olan hesaplaşmasını sürdürdü. Ne o, ne de sanat yerinde duracak yapıda değildi. Picasso’yla ilgili bunca söylenen ve yazılanlardan sonra yeni şeylerin söylenmesi söylenenleri onaylatmak çok zor… Buna karşın bilinen birkaç noktayı belirterek kısa bir yineleme ve anımsatma yapabilirim. Bunların başında ölümü üzerinden yirmi yıl geçmesine karşın Picasso’suz bir sanat etkiliğinin boşlukta kalacağıdır. Onun çalışmalarının bizlere gösterdiği sanat yolları bugünkü sanatın can damarlarını oluşturuyor.
Yüzyılımızın başında sanat, geçmişin kabuğunu izlenimcilik ve dışa vurumculukla çatlatmıştı. Bir tıkanma söz konusu olmuştu. Bir arayış, bir korku, bir kuşkudur bürümüştü, ortalığı. Öncekilere yakın bir akım da durumu bir süre kurtarabilirdi. O da olmuyor ve gerçekleşmiyordu. Sanat ve sanatçılar istenilen özgürlüğün sınırlarını belirleyemezken birden bire ne olduğunu anlayamadıkları Kübizm’le karşılaştılar. Uzayın derinliklerine okyanusların diplerine giden yolların kapıları açılmıştı. Bir iki kol üzerinden ilerleme olanağı arayan sanatın kapıları, her yüreğin dileğine göre açıldı. Picasso’nun çalışmalarında açtığı yollarda önüne çıkan kapılardan korkusuzca içeriye girdiğini görüyoruz. Bu nedenle onun vardığı yerlerden daha ötelere gidilecek beldelere de ulaşıyoruz. Sanat toplumsuz, toplum sanatsız ve Picasso’suz olmuyor. Picasso’nun yüreği çağımızda baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojinin hızından çok daha ilerilere giden bir sanat olayını yarattı. İstenilen her yöne, istenilen hızda gitme özgürlüğünü kazanmış olarak sürdürüyor bugünkü sanatçılar, sanatlarını. Picasso’yu aşacağız. Picasso’dan sonra özgün yapıtlar yaratacağız ama Picasso’yu yadsımayacağız. Onun sanatta en büyük devrimci olduğunu unutmayacağız.”