Leïla Slimani ile çevrim içi edebiyat buluşması

Share Button

Institut français Türkiye’nin düzenlediği Edebiyat Salonu çevrim içi etkinliğine bu ay Goncourt Ödüllü yazar Leïla Slimani katılıyor. Etkinlik 26 Mayıs tarihinde saat 17.00’da Zoom platformunda gerçekleşecek. Yiğit Bener’in sunumuyla gerçekleşecek olan Edebiyat Salonu’nda Leïla Slimani’ye, Hoş Nağme adlı eserini Türkçe’ye kazandıran çevirmen Aylin Yengin de  eşlik edecek.

1981’de Rabat’ta doğan ve Paris’teki Siyasal Araştırmalar Enstitüsü’nden

DEVAMINI OKUYUN
Share Button

SEMA BİRLER – KLONLAMA NASIL YAPILIR

Share Button

Yazarlarımızdan Prof. Dr. Sema Birler tarafından geleceğin bilim insanları için yazılan; ilk klon canlıların üretimini anlatan “Klonlama Nasıl Yapılır?” ile ilgili basın bülteni ve görselleri sizlerle paylaşıyorum.

Saygılarımla

Prof. Dr. SEMA BİRLER KALEMİNDEN KLONLAMANIN HEYECAN DOLU SÜREÇLERİ

Ülkemizde ilk klonlama projesini başarı ile yürüten ve ilk klon canlıların üretimini sağlayan Prof. Dr. Sema Birler tarafından yazılan, “Klonlama Nasıl

DEVAMINI OKUYUN
Share Button

ÇOK SEVİLEN ÇOCUK KİTABININ İKİNCİSİ “UĞURBÖCEĞİ DAHA SONRA NE DUYDU “ MİNİK OKURLARLA BULUŞUYOR!

Share Button

The Çocuk Yayınları etiketiyle çıkan “Uğurböceği Daha Sonra Ne Duydu” kitabıyla minik okurlar macera dolu bir serüvene katılıyor.

Ödüllü yazar Julia Donaldson çok sevilen çocuk kitaplarını minik okurlarla buluşturmaya devam ediyor. Şimdiye kadar 210 kitabı yayımlanan yazarın en çok satan kitabı arasında yer alan “Uğur Böceği Ne Duydu” dan sonra serinin ikinci kitabı “Uğurböceği Daha Sonra Ne Duydu” da raflarda yerini aldı. The Çocuk Yayınları etiketiyle

DEVAMINI OKUYUN
Share Button

Hakan Erol: Cem Kertiş’le, Yazmak Üzerine

Share Button

ODTÜ Felsefe Bölümü mezunu Cem Kertiş; hayatla bir kavga veren, hayatın içinde bir yazar olarak mücadele yürüten bir isim. Hala MSM’de Yazarlık Bölümü’nde, Psikoloji ve Felsefe derslerine girmektedir. İlk romanı Yüzümdeki Sen, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıktı. Röportajın sorularını hazırlarken ve cevapları okurken kendi adıma müthiş keyif aldım diyebilirim. En önemlisi de çok güzel dersler çıkardım. Aynı tadı almanız dileğiyle, keyifli okumalar…

Hakan Erol: Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz, Cem Kertiş kimdir?

Cem Kertiş: Salt insan olarak şansız biridir, çünkü Türkiye’de doğmuştur. Yazar olarak soracak olursan oldukça şanslıdır, çünkü Türkiye’de doğmuştur. Acısı, kederi, hüznü, sömürüsü, göçü, zulmü bol ve çeşitli bir ülke. Bir sanatçının üretebilmesi için sızlayabilen bir yüreğinin olması gerekir elbet ve yaşadığı coğrafyanın çelişkilerle dolu olması… Her neyse, bunun dışında Cem Kertiş sıradan biridir; sevdiği kadın terk edince ağlayıp kendini şaraba vuran, talih kuşunun kafasına pisleyeceğine dair hayaller kuran, sudan şeylere huysuzlanabilen, kadınlarla olan ilişkilerinde bir türlü dikiş tutturamamış, kafası bir çocuğunki gibi çalışan biri.

H.E.: Aziz Nesin ve Goethe gibi isimler hırslarını yazarak, kalemlerinden çıkardıklarını belirtmişlerdir. Cem Kertiş olarak, BirGün Pazar ekinin Kültür sayfasında ve Notus gibi edebiyat dergilerinde yazdığınızı ele aldığımızda, bu konuda Nesin’e ve Goethe’ye katılıyor musunuz? Bir roman, iki öykü kitabınız olduğunu da düşününce, Cem Kertiş de hırsını kaleminden çıkarıyor diyebilir miyiz?

C.K.:Yazarken birçok duyguyu yoğun olarak yaşarsınız, elbette hırsım da açığa çıkıyordur. Yazma sebebim bu değil ama. Çok daha basit: İnsanlar beni sevsinler, yazdıklarımı beğensinler, duygularımı, çelişkilerimi görsünler diye yazıyorum. Belki bir de geçip giden zamanları çok özlediğim için, özellikle de çocukluğumu.

H.E.: Felsefe öğretmenisiniz. Yüzümdeki Sen adlı kitabınızın kahramanı Sinan da felsefe öğretmeni. Kitapta kendi hayatınızdan kesitler mi var, yoksa Proust’un da dediği gibi kitabınızda yaşamak istediğiniz hayatı mı yansıtmayı yeğliyorsunuz? Sinan’ın aradığı yol, arkasına bakmadan ilerlemesi, hiç kimseden çekinmemesi ve belki de en önemlisi yaptıklarından zerre pişmanlık duymamasını kendinize örnek almış olabilir misiniz?

C.K.:Ne yazık ki, o kitaptaki hiçbir karakteri tanımadım. Keşke tanısaydım. Özellikle Elif’i tanımayı çok isterdim. İnce bir noktayı görmüşsün sevgili Hakan. Sinan’ı örnek almak! Evet, belki de yazar yarattığı karakterden feyzalır, hatta belki de iç dünyasında böyle bir karaktere ihtiyaç duyar ve bu yüzden yaratır onu. Bunu daha önce düşünmemiştim, düşündürdüğün için teşekkür ederim. Okuyucu çoğu zaman metni okurken, yazar, bu anlattıklarını kesin yaşamıştır gibi bir düşünceye kapılır, bu durum yazarı sevindirir aslında, yazdıklarının yapay olmadığını düşünür çünkü. Beni sevindirdiğin için teşekkür ederim. Sorunun cevabına gelirsek; hayır Yüzümdeki Sen’de hayatımdan kesitler yok; ama o romanın ruhu benim ruhumun bir parçasıdır.

H.E.: Kitapta Sinan karakteri, olağanüstü bir şekilde kurgulanmış. Karakterin psikolojik yönü okuyucuda fazlasıyla etki bırakıyor. Sinan karakteri neyin ürünü diyebiliriz?

C.K.:Sinan’ı kurarken nasıl bir karakter oluşturmalıyım diye düşünmedim. Oysa şimdi dönüp salt bir okuyucu(Bu mümkün mü? Emin değilim.) olarak metni okuduğumda şunları söyleyebilirim: İnsanın yalnızlığını, hayat karşısındaki çaresizliğini, anlam arayışını, çelişkilerini, zaaflarını, öfkesini ve böyle birçok şeyi Sinan’da göstermek istediğimi anlıyorum. Kısaca Sinan’da insanı ve hayatı anlatmak istediğimi görüyorum.

H.E.: Psikoloji ve Felsefe bölümü okumanızın, kendinizi bu doğrultuda geliştirmenizin, karakter yaratımında elinizi kolaylaştırdığını söyleyebilir miyiz? Kitapta Aristoteles’in ve felsefi bir temanın bizi sarmalamasını buna bağlayabilir miyiz?

C.K.:Daha önce de bir yerlerde söylemiştim; yazar kişi kendini sanat, bilim ve felsefeyle beslemelidir. Şiir yazan biri sadece şiir kitapları okumakla yetinirse, bir müzisyen sadece müzik dinlerse sanatını gerektiği gibi icra edemez, diye düşünüyorum. Soruna odaklanmam gerekirse; bir gün öykü ve roman kitapları yazacağımı bilerek felsefe eğitimi almadım. Bu eğitimler elimi kolaylaştırdı mı? Evet.

H.E.: Yüzünü parçalayan Sinan’ın, yüzündeki yarıkların ne durumda olduğunu, tam olarak okuyucuya betimlemeyişinizin özel bir sebebi var mı?

C.K.:Her okuyucu kendi kesiğini, Sinan’ın yüzüne, kendi başına atsın diye…

H.E.: Bireyin ve toplumun yapısını bu denli başarılı işlemek kolay olmasa gerek. Yalnızlık, aşk, saplantı ve gerçeği arama, yaptıklarından pişman olmama… Kitabın neredeyse satırında bu duyguları yoğun bir şekilde hissediyoruz. Tüm bunları yazarken, kendi iç dünyanızda bir sıkıntıya veya karamsarlığa düştüğünüz oldu mu?

C.K.:Elbette düştüm. Yazmak benim açımdan haz veren bir şey değildir. Yazar, hayatın kendi ruhunda açtığı yaralarla yazma eylemi sayesinde yüzleşir. O yaraları tarif eder, sadece okuyucuya değil kendine de anlatır.

H.E.: Kitapta yüzü yarık Sinan’ın, eşcinsel bir karakter olan Fahri’yle olan ilişkisini,  toplum tarafından dışlanmışların, bir nevi ‘’ötekilerin dayanışması’’ olarak adlandırmak mümkün mü?

C.K.:Toplumun büyük kesiminin tiksinerek baktığı eşcinseller, transseksüeller, lezbiyenler, seks işçileri  gezi eylemleri sürecine hem aktif olarak katıldılar hem de eylemler yoğunlukla Taksim’de gerçekleştiği için olaylarda yaralananlara evlerini açtılar, onlara sığınak oldular. Faşist ruhlu insanların her daim ötekilere ihtiyacı vardır. Kendi ruhundaki çirkinliği, zavallılığı görmemek için diğer insanları sapkın, kendilerini normal sanırlar. Ve elbette dışlanmış insanlar faşizmin ne demek olduğunu bilirler, bir başkasında yarattığı tahribatı bütün boyutlarıyla hissederler. Bu durumda elbette dayanışırlar, dayanıştılar da. Gezi, bu dayanışmanın belki de en güzeliydi.

H.E.: Kitabın sonunun çok daha değişik bitebileceğini söylersek size çok mu haksızlık etmiş oluruz? Yani bir okuyucu olarak, Elif ya da Sahra’yla bitecek bir son daha anlamlı olabilir miydi? Özellikle de Sahra’nın, Sinan’ın tüm hayatını değiştirdiğini ve altüst ettiğini düşününce… Sahra, tabir-i caizse son perdede geriye mi düşüyor?

C.K.:Bir yazar, yönetmen, şair, heykeltıraş hatta bir müzisyen okuyucuyu esere davet eden boşluklar bırakıyorsa okuyucuya saygı duyup güvendiği içindir. Bu boşluklar sonda ya da başta olabilir, yeri önemli değildir. Metni sadece yazar yazmamalı okuyucu da yazmalı, kendi düşlemindeki sonu kendi kurmalıdır. Ayrıca iyi bir metnin sonu yoktur, bitmez. Her zaman yeni okumalara ve hayallere kapısı açıktır.

H.E.: İleriye dönük olarak kafanızda ne gibi planlar var? Cem Kertiş’in bir dahaki kitabında da olağanüstü şekilde işlenmiş psikolojik bir durumla karşılaşacak mıyız?

C.K.:Yazmaya devam etmek istiyorum. Yazıyorum da. Nitelikli şeyler yazabilir miyim? Bilemiyorum. Çabalayacağım.

H.E.: Son olarak Müjdat Gezen Sanat Okulu’nun Yaratıcı Yazarlık Bölümü’nde Felsefe ve Psikoloji derslerine giriyorsunuz. Buradan genç yazar adaylarına vermek istediğiniz bir mesaj var mı? İyi bir yazar olmak, sizce hangi kıstaslardan geçiyor?

C.K.:1. Yazma süreci keyifli bir iş değildir, yazarın kendisiyle, toplumla, inancı ya da inançsızlığıyla, geçmişiyle, anasıyla, babasıyla, aşklarıyla yüzleşmesidir ve bu tahmin edeceğiniz gibi zor bir iştir. Bu gerçeği göğüsleme cesaretiniz yoksa yazma sevdasından vazgeçin.

  1. Yükseklik korkusu olan biri uçurumun kenarında duramaz. Demem o ki özgürlük korkunuz varsa yazmayın.
  2. Esin perisi acılarınızdır, kimselere söyleyemedikleriniz, dert edindikleriniz, kıskançlıklarınız, korkularınız, kâbuslarınızdır. Yazmak biraz da, bu çirkin periyle bir odada baş başa kalabilmektir. İronik olan şu ki güzel ve samimi yazabilmeyi o çirkin periye borçlu olacaksınız.
  3. Her şeyi okumayın. Bazı kitaplar bin kitabı

DEVAMINI OKUYUN

Share Button

Hakan Erol: Ezilenler

Share Button

 

1821 yılında Moskova’da dünyaya gelmiştir Fyodor Mihayloviç Dostoyevski. Orduda belirli bir süre görev yapan Dostoyevski, edebiyata yönelmek için ordudan istifa etmiştir. Zorlu bir hayat yaşamıştır, I.Nikolay’ın baskıcı rejimine muhalif politik bir gruba katılan Dostoyevski, bu yüzden tutuklanmıştır, hatta kurşuna dizilmekten son anda kurtulmuştur. Bunun yerine Sibirya’ya sürülmüştür ve zorunlu askerliğe alınmıştır. Sara hastası da olan Dostoyevski, bu hastalığının ilk belirtilerini babasını kaybedince hissetmiştir.

Rus Edebiyatı ya da Dünya Klasikleri denilince akla ilk gelen isim kuşkusuz Dostoyevskidir. İlk romanını 1846 yılında ‘’İnsancıklar’’ adıyla yazmıştır. Bu kitap sayesinde büyük övgülerin sahibi olmuştur ve edebiyat dünyasına ilk adımını atmıştır. Bundan sonra, 1849’a kadar çıkardığı kitaplar, dönemin eleştirmenlerince sert tepkilerle karşılanmıştır. Ancak eleştirilere rağmen, geniş bir okuyucu kitlesi tarafından beğeniyle okunmuştur bu kitaplar. Sibirya sürgününden sonra yazdığı romanlarla tekrar eski ününe kavuşmayı başarmıştır Dostoyevski.

“İnsancıklar”, “Öteki”, ‘’Ezilenler’’, “Yeraltından Notlar”, “Suç ve Ceza”, “Kumarbaz”, “Budala”, “Ecinniler” gibi kitapların yazarı olan Dostoyevski, her bir kitabıyla Rus ve Dünya edebiyatına eşsiz katkılar sunmuştur. Her bir kitabıyla okuyucuda derin izler bırakmayı başarmıştır.

Yazar, Ezilenler’de aslında bizi anlatmaktadır. Tutkulu bir aşkın günden güne erimesi, kararsızlıkların çığ gibi büyümesi, iyilerle kötülerin amansız mücadelesi, geleneklerin tutucu etkisi, zenginlerin yoksulları aşağılaması, insan yerine koymaması, paranın insan hırslarındaki yeri ve gücü, tüm bunlarla gelen bir sınıfın yani ezilenler’in hayatı… Dostoyevski’nin en önemli özelliği, sıradan, günlük yaşantıları, bilinen karakterleri büyük bir yetenekle, okuyucuya aktarmasıdır. Her gün yaşanılanı göremeyen insanlar, Dostoyevski romanlarında kendi hayatlarının, romandan farksız olduğunu görürler. Bu yüzden Dostoyevski romanlarını okuyan bir insan, kitabın her yerinde kendinden izler görecektir…

Dostoyevski, Ezilenler’de ilmek ilmek işleyip oluşturduğu karakterleri, bizden biriymişcesine benimsememize ve onlara sıkı sıkıya sarılmamıza yardımcı olur. Derin ruh çözümlemelerinin olduğu kitap, her bir sayfada okuyucuda merak uyandırmayı başarabiliyor. Dostoyevski’nin romanlarını okuyan insanların hayal dünyası alabildiğine büyür, hayata farklı bir pencereden bakabilme kabiliyetleri ise gelişir.

Yazar, kitapta İvan karakterini kendisinden özellikler katarak karşımıza çıkarır. Para kazanmak için yazan, yoksul genç bir yazar olan İvan, kitaptaki iyiliklerin baş mimarı durumundadır. Kimseyi kırmayan, incitmeyen, sevdiği kız olan Nataşa’nın gönlünü başka birine kaptırmasına dahi kızmayan ve hatta onlara romanın başından sonuna kadar yardımcı olan, onların en iyi dostu konumundadır. Bir diğer karakter dışlanan, dövülen ve ezilen küçük kız Nelli’nin kurtarıcısı, yardımcısı ve küçük kızın tek aşkıdır.

Yazar, İvan’ın hayatını anlatırken kitabın en başında genç yazarlara ilham kaynağı olmaktadır: “Dar bir evde düşüncelerin de daraldığını fark etmiştim. Oysa ben öteden beri yazacağım hikâyeleri tasarlarken odamda dolaşmayı severdim. Aklıma gelmişken söyleyeyim: Eserlerimi tasarlayıp, nasıl kaleme alacağım konusunda hayaller kurmak, oturup onları yazmaya başlamaktan daha çok hoşuma gidiyordu.’’ (s.1) deyip ekler: ‘’Yalnız yazma işi bile yeter; insanı sakinleştirir, soğukkanlı yapar, eski yazar alışkanlıklarımı dürter, anılarımla mariz hayallerimi bir iş, bir meşgale haline sokar…’’ (s 13)

Nataşa’nın sevdiği adam olan Alyoşa, bir çocuktan farksızdır. Saf, iradesiz, çok çabuk fikir değiştirebilen, acınası biridir. Nataşa, bu adama ölesiye bağlanmıştır. İvan, bu aşk konusunda Nataşa’ya kızar: ‘’Gereğinden fazla seviyorsun onu. Bu kadarı fazla Nataşa, böyle aşkı anlamam ben.’’ (s.45) İnsanın neden sevdiği kolay kolay anlaşılmaz… Alyoşa ise kendi iradesizliğinin bilincinde olarak şu soruyu yöneltir:’’İnsanın görevine dört elle sarıldığı halde beceriksizliği, iradesizliği yüzünden başaramaması mümkün mü?’’(s.53)

Nataşa’nın, annesini ve babasını çiğneyip, Alyoşa’yla kaçması ve geriye  İvan’ın aileyi teselli edecek bir iki sözünden öte bir şey bırakmaması, babası Nikolay Sergeyiç İhmenev’i çileden çıkarmıştır. Nataşa ise kararlı ve geçmişini unutmaya hazırdır: “Temelli yitirdiğimizi yeniden bulmaktan umudu kesmeliyiz(…) zaten geçmiş insana hep hoş görünür.” (s. 88)

Dostoyevski, roman kahramanlarını betimlerken ayrıntıları ihmal etmez. Anlatılan kahraman adeta karşınızda belirir. Alyoşa’nın babası zengin Prens’in betimlenmesi bunun en güzel örneğini oluşturur: “…Kırk beşinden fazla göstermiyordu. Son derece düzgün, keskin hatları vardı; yüz ifadesi göz açıp kapanana kadar tatlılıktan somurtukluğa geçer ya da bunun tersi olurdu. Yüzündeki çizgilerin hepsini yöneten bir yay vardı sanki. Cildi esmere yakındı, dişleri çok güzeldi. Oldukça ince dudakları, uzunca bir burnu, henüz tek bir kırışığı olmayan yüksek alnı, iri gri gözleri yüz sahibini tam anlamıyla bir erkek güzeli haline getiriyordu. Ama her şeye rağmen adamın yüzündeki her ifadenin yapmacık, hesaplı, taklit olduğu seziliyor, bu da hiç hoş bir etki bırakmıyor, hatta ondan iyice soğutuyordu insanı.’’(s. 111)

İvan’ın hayatını anlatırken, yazar kendinden örnekler veriyor demiştik. Bu örneklere ileriki sayfalarda da rastlıyoruz. Tıpkı kendi yaşamındaki gibi, yayınevlerinden borç almasını kitaba da aktarmıştır Dostoyevski: “Tanıdığım bir yayınevi sahibi vardı, üç yıldır cilt cilt dev bir eser çıkarıyordu. Dara düştükçe ona başvuruyordum. Hiç bekletmeden avans verirdi. Bu sefer de ona gittim, yirmi beş ruble alabildim; karşılık olarak bir hafta içinde derleme bir makale hazırlayacaktım. Romanımdan vakit çalarak çalışacaktım. Sıkıştığım zamanlar hep böyle yapardım.’’(s.168)

Nataşa, Alyoşa’yı Kontes’in kızı Katya’ya kaptırınca ister istemez her konuşmasında acısını bin kat daha arttırır. Bunu dostu İvan’la konuşurken, lafı bir anda oraya bağlamasından ve İvan’ın derin düşüncelerinden anlayabiliriz: “Birden konuyu değiştirerek: – Şu Katya ne şeker şey, değil mi Vanya(İvan)? diye ekledi.

Bana, acı duymak ihtiyacıyla yarasını isteyerek deşiyormuş gibi geldi… İnsan yüreği büyük kayıplar karşısında çoğu zaman bu ihtiyacı duyar!’’ (s. 336)

Tabutçunun bodrumunda ölen bir kadın, kızına lanet eden dedesini ara sıra yoklayan küçük öksüz kız, pastanede köpeğiyle birlikte can veren bunak ihtiyar! Kör kütük bir aşk! Bu aşk uğruna, her şeyi yerle bir eden bir kadın. Ölüme biraz daha yakınlaşırken son anda kurtulan bir hayat ve onun dışında ölen küçük bir kalp ve son bulan bir hayat… Bir roman için bütün her şey olgunlaşmıştır. Tüm bu konuları yazıya dökmek için ise Dostoyevski gibi usta bir kaleme yakışmıştır. O da ‘’Ezilenler’’de bunu tüm içtenliğiyle ve heyecanıyla yansıtmıştır. Her sayfanın sonunda, diğer sayfaya başlamanın mutluluğunu duyarsınız. Dostoyevski’nin romanları, okuyanda bu etkiyi bırakması bakımından tartışılmaz bir yere sahiptir.

Roman Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkmıştır. 394 sayfadan oluşan romanın Rusça aslından çevirisini Nihal Yalaza Tulay yapmıştır

Bu yazıyı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki, ama hayatın her alanında bir gerçekliği yansıtan sözüyle bitirelim:

‘’Zengin; o ki bir asalak, öyle bir asalak ki toplumu emer sömürür fakir; çoğu kez ne uğruna olduğunu bilemeden ölür…’’ DEVAMINI OKUYUN

Share Button

Haluk Öner: ‘İyi Şiir Koalisyonu’ndan Tuğrul Tanyol Poetikasının İzlerini Sürmek

Share Button

 

Tuğrul Tanyol, sanat dâhil yaşamın bütün alanlarının politika ve şiddetle birlikte yürütüldüğü/düşünüldüğü dönemde şiiri, var oluş biçimiyle yeniden yaratan bir kuşağın öncü şairlerindendir. Bu bakımdan onun şiirlerini sosyolojik pencereden okurken apolitik, dönem ruhunu anlatmayan metinler olarak değil geleneği, toplumsal hareketlilik gibi güncel sorunları sorunsal haline getirmeden sanatsal zemine yerleştirilmiş politize olmamış metinler biçiminde değerlendirmek gerekir.  Tanyol ve kuşağının bu tavrı Türk şiirini 2000’li yıllara taşımıştır.  Yine bu nedenle Tanyol ve şiirini dönem sosyolojisi ile değerlendirmenin yanı sıra şiirin varlığını devam ettirme çabaları açısından özellikle taşıdığı misyonlada anlamak gerekir.

Bugüne kadar şiirlerinden yola çıkılarak yapılan değerlendirmelerin düzyazılarıyla desteklenerek yapılması çok kolay değildi. Kendi çıkardığı dergiler dâhil olmak üzere dağınık duran yazıları İyi Şiir Koalisyonu adıyla bir araya getirildi. Tanyol’un düzyazılarının toplu olarak basılması onun poetikasını anlamak, şairlere, şiir tarihine nasıl baktığını görmek için anlamlıdır. İyi Şiir Koalisyonu Tuğrul Tanyol’un poetikasını tamamlayan ara metinlerden oluşur. Tanyol’un bu yazılarını poetikasının satır araları olarak görmek de mümkün. Bu yazı,satır aralarından Tanyol’un şiir anlayışının, şiire bakışının izlerini sürmeye çalışacaktır:

=&0=&

Tanyol, yazılarında Türk şiirinde kuşak çatışması, şiir eğilimleri ve topluluklarının varlığını pratik tecrübelerden yola çıkarak değerlendirir. Onun değerlendirmelerinin dikkat çekici yanı karşıtlıklar üzerinden temellendirilen yargılardan oluşmasıdır. Değerlendirmelerdeki karşıtlığın bir tutarsızlık olmadığını anlamak için yazıları ve kitabı sonuna kadar okumak gerekir.  Mesela şairler arası kuşak çatışmasının doğrudan zararı, Goethe-Schiller örneğindeki gibi dolaylı, zaman isteyen ve şairliğin doğasına uygun imalı (!) yararından bahseder.Şairlere, şiir kanonlarına bu kadar dışlayıcı aynı zamanda kucaklayıcı bakan bir şairin hayata da karşıtlıklar üzerinden baktığını düşünmeden edemedim. Tanyol ‘reddetmeyen’ ‘eleyen’ bir beğeni ve estetik anlayışıyla bu karşıtlığı bir sorunsal olmaktan çıkarmıştır. Slogan şiirine karşı çıkarkenideolojinin şiirdeki varlığını reddetmez, şairin ve şiirin içinden gelen bir ses olarak ideolojinin şiirdeki varlığını kabul eder. Anlam, ideoloji, gelenek gibi o güne kadar tartışılan, benimsenen ya da reddedilen bütün şiir unsurları Tanyol poetikasında tek yerde birleşir: “Bence güzel olduğu sürece her şiir geçerlidir, bu ister toplumcu isterse bireyci şiir olsun.” Belki Tanyol şiirinin de kaynaklarından biridir, bu karşıtlık ve karşıtlıkların yarattığı güzellik.

=&1=&

İyi Şiir Koalisyonu’ndaki yazılar parçalı okunduğunda Tuğrul Tanyol, Türk şiirindeki pek çok anlayışın devamcısı olarak değerlendirilebilir. Örneğin “şiirin amacı bir şey anlatmak değildir” cümlesiyle II. Yeni’ye, “Belirli bir anın duygu boşalımı sırasında oluşan şiir bazen o ideolojiyi ister istemez içerecektir.” cümlesiyle toplumcu şiire yaklaştırılabilir. Parçalı alıntılarla poetikasını kaygan ve sınırları belli olmayan bir zemine oturtma yanılgısına düşmeden Tuğrul Tanyol’un bu anlayışları bilen ve kendi duyuş tarzını, anlayışını da bildiklerinden yola çıkarak ortaya koyan,  tasniflerin ve poetik tercihlerin dışlayıcı tarafını reddeden özgün bir şair olduğunu anlarsınız. Çünkü şiirin amacı bir şey anlatmak değildir, yargısını anlayabilmek, II. Yeni poetikesına bağlamamak için “Bence güzel olduğu sürece her şiir geçerlidir, bu ister toplumcu isterse bireyci şiir olsun. Aslında bu türden sınıflamaların da geçerliliği nedir ki?” düşüncelerini alt satırlarda okumak gereklidir.  “Belirli bir anın duygu boşalımı sırasında oluşan şiir bazen o ideolojiyi ister istemez içerecektir.” Yargısıyla toplumcu şair olarak nitelendiremeyeceğini  “ama ideoloji şiire dışarıdan, yapay olarak katılamaz. Bu, şairin içinden gelmeli ve kişiliğinin ayrılmaz bir parçası olmalıdır.” (s.19) ifadeleriyle kanıtlayabiliriz.

Poetikasını hoş gör ‘güzel’ şiirinden ötürü, poetikasını hor gör kötü şiirinden ötürü anlayışıyla Tuğrul Tanyol için şiirin varlığı, kalıcılığı, niteliği için öncelikli yargı ‘güzellik’tir. Herhangi bir şiir anlayışının benimsenmiş olması, gelenek/gelenekçi anlayışın devam ettiriliyor olması, toplumcu anlayışın yansımalarının dizelerdeki varlığı onu iyi ya da kötü şiir yapmaz. Şiir önce ‘güzel’ olmalıdır. Her zaman doğru olmasa da kendi bilincinin sesini dinleyen şair de güzel şiir yazar.

=&2=&

Tanyol’un gelenek unsurunu şiirde dışlanan, benimsenen bir konumlandırma biçimiyle ele almadığını açıkça dile getirir. Ona göre var olma biçimiyle gelenek, şiirin doğal bir parçasıdır. Şiirde geleneğin etkisini anlama, algılama ve içselleştirme sürecinde Tuğrul Tanyol’un sanat anlayışı kadar sanatla diyalektik bir yapı oluşturan sosyolojik etkenleri anlamış olması önemlidir. Tuğrul Tanyol, “özellikle de kendi geleneği içinden çıkış noktası aramayan şiir yoktur” düşüncesini Nazım Hikmet’in kendi geleneğini yaratırken putları yıkması, Garipçilerin de yeni bir anlayış getirmekle beraber yeni bir gelenek yaratması, İkinci Yeni’nin Garipçilerin yerleştirdiği anlayışı yıkması örnekleriyle somutlaştırır. Bu somutlaştırma, bir yandan Tanyol’un edebiyat tarihini bir bütün olarak görebilme, geleneği -tartışmaların ötesinde- sanatın organik bir uzvu olarak kabul edebilme olgunluğuna erişmiş bir şair öte yandan şiir tarihine ve tasniflerine teorinin ötesinde pratikte/sahadan bakan bir edebiyat tarihi anlayışına sahip olduğunu gösterir.

Geleneğe olgunca bakışın nedenlerinden biri de dönem sosyolojisinden haberdar olmaması mümkün olmayan şairin angaje olmadan sanat yapmasıdır. Tanyol’un modernlik algısı gelenekle bütün bağların koparılması anlamına gelmediği gibi gelenek algısı da tamamen geçmişe yaslanma biçiminde olmamıştır.

=&3=&

Tuğrul Tanyol şiirinde müzikten öte nitelikli müziğin önemli yeri vardır. İyi şiir Koalisyonu’nda müzik hakkında yazdıkları da şiirindeki müziğin yerini net olarak belirler. Şiir müzik karşılaştırmasını okuma-anlama ve dinleme kriterleri üzerinden yaparken satır araları, bize müziğin bir taraftan onun şiirinin kaynaklarından biri olduğunu gösterir öte yandan şiir-müzik, şair-besteci birlikteliğinin iki sanatı da derinleştiren bir güç olduğunu anlatır.

=&4=&

İyi Şiir Koalisyonu’nun dikkat çekici taraflarından biri de taşıdığı içtenliktir. Tanyol’un şiiri gibi yazıları da -ustalığın yanı sıra- içtenlikle yazıldığı için eleştirel yaklaşımlarının anlaşılma ve kabul görme olasılığı artmaktadır. İnsanların çok az önemsedikleri şiire ne kadar çok şey borçlu olduklarını bilen Tuğrul Tanyol içtenlikle şiirsiz bir dünyanın var olamayacağını da yineler. İnsanların şiirden uzaklaşma sürecinin tanıklığını yapan ve kültürel kirlenmenin bu süreci hızlandırdığının farkında olan Tanyol,  şiir yıllıklarına ilginin azalma nedenlerini de bu uzaklaşma ve kirlenmeye bağlar.

“Başta, yazdığınız şiirin herkesten farklı olduğunu göstermek için yazarsınız. Sonra şiirin nasıl olması, ya da olmaması gerektiğini anlatırken bile fark etmeden kendi şiirinizi anlatmayı sürdürürsünüz.” (s. 9) cümlelerinden bir şairin tecrübelerinin çokluğu ile içtenliğinin birleştiğini anlayabilirsiniz.

=&5=&

Şiir ikliminde yaşamayanların okurken anlam çıkarma oyununa dönüştüreceği, şiir iklimini tek cepheden soluyanların alınganlık göstereceği bu yazılar, anlam çıkarma oyununa dönüştürülmeden elmadaki tadı almak için yemeye benzer bir niyetle okunmalıdır. Tuğrul Tanyol bu düşünceleriyle ortalama okurun üstünde, şiir kanonlarının ve cepheleşmelerinin uzağında nitelikli okura seslenmiştir. Bu yüzden “İyi Şiir Koalisyonu”ndan nitelikli okurlar çıkar.

Soylu duygulara, insanlığın geçmişine; şiirdeki felsefeye, dil güzelliğine ve o dilin yaratabileceği büyük oyunlara öylesine yakın, şiirin ne olduğu kadar ne olmadığını da anlatan, nitelikli genç şairlere de yer veren bu kitabın nitelikli şiir okurlarınca okunması gerekiyor. DEVAMINI OKUYUN

Share Button