Bedri Baykam, Gerçek Koleksiyoner-Sözde Koleksiyoner Farkı

Share Button

Bedri Baykam  30 Mayıs 2019

Bu hafta 29. kitabım çıktı, “Sistem Eleştirileri”.  İlk kitabım “Boyanın Beyni” 1990’da gün yüzü görmüştü. Şimdi baktığımda, çağdaş Türk sanatının kuruluş tüzüğü ve dünyaya açılma senedi gibi bir belge görüyorum.

Yeni kitabım, üç ana konu üzerine sanat polemiklerini gündeme taşıyor. “Piyasa ve Müzayedeler”, “Küratoryal Eleştiriler” ve “Devlet-Sanatçı İlişkileri”. Sanat

DEVAMINI OKUYUN
Share Button

Bedri Baykam: Şanslı Hayvanlar ve Kalpsiz İnsanlar

Share Button

 

Doğru yerde doğru zamanda olmak önemlidir. Şans, bazen yardım eder. Benim için iyi kalpli ve sağlam Atatürkçü bir ailede doğmuş olmak, “doğru yer ve doğru zaman”dır. Anneme, babama ve tüm aileme bana gösterdikleri özen ve sevgi için minnettarım. Ben dürüstlüğü, aile bağlarını, yardımseverliği onlardan öğrendim. 35 yıldır yazdığım her satırdan, verdiğim konferanstan sorumlu olmamdaki tutarlılığı, bu sağlam mayaya borçluyum.

Bunun dışında, ömrümde genel olarak hiç doğru yerde, doğru zamanda olmadım. Ne uçakta, ne sinemada yanıma Museum of Modern Art’ın direktörü, ne Hollywood’un en büyük yapımcısı, ne Picasso, ne de dünyanın en açık vizyonlu koleksiyoncusu düştü. Hiçbir askerlik arkadaşım ne kültür bakanı oldu, ne de banka sahibi… Ömrümde hiç hazıra konmadım. Paranın kendisine veya mala mülke önem verdiğimden değil, ama sanatçılık, hele uluslararası düzeyde, her açıdan çok pahalı bir meslek.

Bazen hayvanlar yanlış zamanda yanlış yerde bulunurlar. Bir mahallenin köpeği, çöpte günün artıklarını kolaçan etmeye gider, ama omurgasız bir belediyenin itlaf ekibi onu oracıkta ağına düşürüp ölüme yollar, hem de 30 saniyecik bir farkla…

Bazen de doğru yerde doğru zamanda bulunurlar. Cumartesi günü çok keyifliydi. Sevgili Uğur Dündar, beni ve Piramid Sanat’ı ziyaret etmeye geldi. O ayrıldıktan sonra bizim ekipten Sedef, Piramid’in önünde 2-3 aylık bir yavru kedi bulmuş. İtiraf edeyim, hastası olduğum tüylü bir tekir tipolojisine sahip kendileri! “Arapları korkutuyordu, aldım getirdim” dedi. O anda kediyi transfer ettim! 2 dakika önce vızır vızır arabaların tehdidi altında canlı kalma savaşı veren bu kedicik, Baykam ailesinin bir ferdi oluverdi. Onu Piramid’deki diğer iki kedi (birini Nişantaşı’nda, diğerini Eskişehir’de sokakta bulmuştum) ve iki köpeğimin yanına değil, eve aldım. Çünkü oğlum da aylardır bir kedi istiyordu!

Aynı gece Suphi ile aşılarını yaptırdık ve o andan itibaren evin yeni maskotu oldu. Şimdi her saniyesini bizimle paylaşarak mutluluk saçıyor etrafa! Yalnız kedi değildi doğru yerde doğru zamanda olan, esas bizler ona erişen şanslılardık! Bakın Luka’nın fotoğrafına!

Hayvan dostu insanlarla beraber yaşamak benim için büyük bir keyif ve kaçınılmaz bir durum. Çünkü hayvanlarla arası soğuk birine anlayış göstersem bile, sürekli bir ilişkiye giremezdim. Hem sevgili eşim, oğlum, hem tüm Piramid ve UPSD ekibi hayvan aşıklarıyla dolu.

EGE CANSEN NEDEN BÖYLE DÜŞÜNÜYOR?

Ama herkes aynı frekansta olamıyor. Kardeş bir gazetenin yazarını ağır bir şekilde eleştirmek tarzım değil. Ege Cansen’in geçenlerde Sözcü’de yazdığı “Hayvanperestlik” başlıklı yazıya gerçekten içerledim. Empati kurmaktan yoksun bir yazıydı. Hem hayvanlara, hem de hayvanseverlere karşı! Eski bir yazısını da referans göstererek şunları yazmaya cüret edebilmiş: “Başıboş köpeklerin belediyeler tarafından toplanıp bir barınma merkezine götürülmesi ve belli bir süre içinde sahiplenilmeyenlerin uyutulması gerektiğini yazdım”  

“(…) apartman girişlerine birbirinden pis, mikrop yuvası kartondan köpek yatakları veya kulübeleri konmaya başlandı. Kulübelerin önü de hayvan severlerin getirdikleri yağlı yemek artıklarıyla doldu”

“Türkiye’de adeta köpeği kutsallaştıran yeni bir din oluşmuştu.”

Emin olun, insanın nasıl bir geçmiş sonucu bunları düşünebildiğini bilmiyorum. Bu dünyanın yalnız biz insanlar için var olduğunu kim anlattı sizlere? Yüz milyarlarca galaksi veya bir o kadar yıldız arasında dünya isimli gezegende, yaşam hakkının yalnız biz insan canlısına ait bir hak olduğunu sanmak nasıl bir mantık-zeka-evrensel ve ilahi hukuk anlayışının sonucudur? Ormanları, denizi, suyu, ezcümle doğayı kirletiyor oluşumuz maalesef artık normalleşti (!). Daha zeki ve saldırgan olmamız diğer canlılara karşı Nazivari davranma haklar vermiyor. Bu anlayış, benim gözümde affedilmez canilik ve doğaya, insanlığa, evrene karşı işlenmiş ağır bir suçtur. Ama bu da onları ne ilahi adalet, ne evrensel hukuk önünde koruyamaz. Türkiye’nin belediye itlaf ekipleri, Danimarka’nın balina katilleri, Uzakdoğu’nun canavar mutfakları, -her biri büyük ihtimalle ailelerinden kaynaklanan ağır defolu bir geçmişten gelen- herkes eşit derecede veya birbirinden ağır suçlu insanlardır.

Bizim toplumumuz merhametlidir. Ama şunu da belirtmem lazım, aşırı travmatik ve medyatik bir mevzu olduğunda birkaç günlüğüne kenetlenmekten ziyade (örnek: bacakları kesilen yavru köpek) her gün acı çeken ve imkansızlıklardan dolayı can veren dostlarımız için sürekli bir duyarlılık gerekiyor. Ormanlarda dağlarda dolaşarak, ömrünü buna adamış arkadaşlarımız var. Onlara destek olalım.

Sonuç olarak bizim yeni kedicik, Luka kurtuldu. Ege Bey, kedileri hiç olmazsa nispeten daha selim ve faydalı buluyormuş! (Çünkü onlar fare tutuyormuş). Ama buna rağmen kediler ve onları korumaya çalışanlar da Ege Bey’ den nasiplerini alıyorlar:

“Her sabah on binlerce kadın, kocaman el çantalarının içinde veya arabalarının bagajları da plastik poşetlerde kedi maması taşımakta, gezi parkuru üzerinde belli değil noktalara bunları koymaktadır. Mamaları, kediler, köpekler, kargalar ve martılar yemektedir. Onların pisliği yetmiyormuş gibi görevi kenti temiz tutmak olan bazı belediyeler, kartondan ‘kedi evleri’ yaptırıp bunları otobüs duraklarını yerleştirmiştir. Pislik diz boyudur”

Ege Bey, soruyorum size: Bir dahaki yaşamınızda bir sokak kedisi veya köpeği olarak doğsanız, sizin gibi konuya bakan bir insan hakkında neler düşüneceksiniz? DEVAMINI OKUYUN

Share Button

Bedri Baykam: Yoğun Sanat Haftasının Transit Raporu! 

Share Button

 

Hafta başını (hala devam eden) ağır sol bacak ve boğaz ağrılarıyla geçirince, size yazımın ulaşması cumartesi gününü buldu. Ben de sizi sanat ortamımıza davet etmeye karar verdim!

Geçen hafta, İstanbul sanat ile yatıp kalktı. Bu, içinde bulunduğumuz haftanın savaş gündeminden daha renkli bir tabloydu! Contemporary İstanbul (CI) ve İstanbul Bienali’nin peş peşe açılması nedeniyle, rekabetten uzak durmak istemeyen galeriler ve sanat merkezleri de mecburen aynı günlerde art arda açıldı. Sonuç aslında tam bir “kimin eli kimin cebinde” durum yarattı. Neredeyse, hiç kimse, insanlara verdiği katılım sözünü tutamadı. Contemporary İstanbul sabahtan akşama adeta dolup taşıyordu. İnsanlar Türkiye’nin ve dünyanın önemli sanatçılarının işlerini görebilmek için kuyruğa girip, maratona çıkmış gibi sabah akşam koşar adımlarla bütün katları ve tüm bölümleri baştan aşağı ziyaret ediyorlardı. Türk ve yabancı galericilerin sergiledikleri binlerce sanat eseri, bu yapıtları anlasa da anlamasa da onların arasında gezinmekten keyif alan on binlerin meraklı gözlerine teslim edilmişti. Piramid Sanat’ın fuar standında sergilenen 1987 yapımlı “Demokrasinin Kutusu”, her gün üst üste yeni ziyaretçi rekorlarını kırdı. Fuar açıldığı andan itibaren başlayan kuyruklar kapanışa kadar devam etti. Dış duvarlarında yer alan 1987 kupürleri, bugünkü yobaz gidişatın, nasıl davul çala çala geldiğinin kanıtı olarak açıkta duruyordu. Kutunun içerisine girenler, bu kavramsal-pop yapıtta bir telefon kulübesi, tuvalet, porno gözetim noktası arasında gidip geldiğini gördüler. En derin anlamıyla “bir metrekare özgürlük” olan “Demokrasinin Kutusu”, Türkiye’de adına daha sonra biraz yapay bir etiketle “güncel sanat” adı verilen her adımın ilk başlangıç taşı, bu iş oldu.

BİENAL VE CONTEMPORARY İSTANBUL ÜST ÜSTE GELİNCE NELER YAŞANDI?

Aynı hafta, aynı anda İstanbul Bienali’nin de açılması ve tüm programların üst üste gelip kesişmesi, aslında belki apayrı bir sanat yazısında irdelenmesi gereken gizli bir kriz yarattı.

Yaşanan krizi şöyle özetleyelim: size Büyükada’da evlenen bir arkadaşınız harika bir hafta sonu daveti öneriyor; ama aynı hafta sonu sizin en yakın renktaşlarınız sizi Antalya’da yapılacak bir Kupa Finaline çağırıyorlar! Bu arada 12 yaşındaki oğlunuzun hem cumartesi, hem pazar kendi basket takımıyla Tuzla’da dört grup maçı var ve çocuk yalvarıyor “Baba nolur gel izlee” diye… Siz şimdi “Bu hafta sonu çok güzel olaylar var” diye sevinebilir misiniz? Seçim yapamamaktan belki sinirle basıp Paris’e kaçıp, uzun bir Seine Nehri gezintisine bile çıkabilirsiniz! “Sinerji” adı altında Contemporary İstanbul’u İstanbul Bienali ile aynı haftaya denk getirenler, böyle bir eş zamanlı ve çoklu krizler dizisine neden oldular! Üstelik İKSV’den bazı insanlar da bu durumdan bir o kadar şikayetçiyken, bunun adı nasıl “sinerji” oldu, pek anlaşılamadı! Tüm açılış ve davetler üst üste kesişti ve işin profesyonelleri, en hafif deyimi kullanırsak, gerçekten mağdur oldular! “Fuar nasıl geçti?” sorusunu soracağınız hiçbir galerici “kötü geçti” demez. Ama gerçekte nasıl geçtiğini bir tek Allah bilir tam olarak!

Sanat koleksiyonerlerinin önemli bir kısmının hala tatilde olduğu şikâyeti sıkça dile getirilen bir serzenişti. Contemporary İstanbul yöneticileri şunu bilmeye mecbur: arzu ederlerse objektif bir soruşturma yapsınlar, katılan galerilerin %85’i, Kasım’dan Eylül ayına çekilen tarihten hiç de memnun değillerdi. Umarım gelecek yıllarda bu hatadan dönülür… İstanbul’a yıllardır bu kadar başarılı bir sanat adrenalini veren Contemporary İstanbul Yönetim Kurulu, katılımcıları ve sanatçıları da düşünmeli. (Tabii bu söylediklerimiz, fuarın daha da iyi geçmesi için. Yoksa oluşan büyük kalabalıklar ve dev kuyruklar gerçekten sevindiriciydi. Bu başarı da alkışlanmaya değer.)

HAYDARPAŞA’DA VAGONLARDA GELİŞEN FARKLI BİR “YEREL KOMŞU”

Ama buna rağmen, en azından “azılı” sanatseverler için, bu Eylül ortasında, kentin her yerine bitmez tükenmez sanat ziyafeti sunulmuştu! En azından doymak bilmeyen amatör sanat tutkunları için dayanılmaz davetkâr bir ortamdı! Kimse her yere aynı anda gidemese de, kentin her yerinden sanat ve partiler fışkırıyordu! Mesela ben size bienal kapsamında “komşu etkinlikler” başlığıyla yapılan diğer uluslararası etkinliklerinden birini de tavsiye etmek isterim (“Paralel etkinlikler” tarifi, bu sene ciddi “pratik” (!) ve “hayli siyasi” sebepler yüzünden kullanılamadı!). Koreli sanatçı dostum Park Byoung’un 22 yıl evvel kurmuş olduğu ve benim de 15 yıldır üyesi olduğum “Nine Dragon Heads” uluslararası sanat grubunun, Denizhan Özer ve Magda Guruli küratörlüğünde Haydarpaşa Garında vagonlara sanat yerleştirerek, büyük sürprizler gerçekleştirmeleri birçok sanatseverin büyük ilgisini çekti. 4 Ekim’e kadar, muhakkak Haydarpaşa Garına gidin ve sergiyi gezin… Benim de insanın birbirine, dünyaya, hayvanlara verdiği zararı betimleyen, “ASSASSIN GREED” başlığıyla yaptığım kendi vagonum, sizlere ilginç gelebilir…

12 EYLÜL DÖNEMİ GİBİ…

12 Eylül sonrası dönem tüm hızıyla sürerken gençler gözaltında kaybolup işkence odalarında erirken, partiler, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, bir bir kapatılırken morali yerlerde gezinmeye başlayan ve ifade özgürlüğünü kaybeden halk kitleleri kendilerini sanata vermişti. Bu dönem mizah dergileri ve sanat dergilerinin tirajı tavan yapıyor, halk özgürce izleyemeyeceği siyasal tartışmaların acısını sanatsal metinlerden fotoğraflardan karikatürlerden heykellerden resimlerden çıkarıyordu. Önce Milliyet Sanat ardından Hürriyet Gösteri herkesi başka bir düzleme çekerken karikatür dergileri en hinoğluhin başlıklarla derinden ve çaktırmadan toplumu sarsıyordu.

NEREDEN NEREYE!

Şimdi Contemporary İstanbul’un ve Bienal’in gördüğü büyük ilgi bana kaçınılmaz şekilde bunu hatırlattı: Bundan 38 yıl önce, ben bağımsız bir sanatçı olarak yalnız çağdaş sanat yaparak yaşama kararı aldığımda, bana inanan annem babam dışında ailede kimse yoktu. Türkiye’de böyle bir piyasa değil, böyle bir konu bile yoktu. Dört-beş koleksiyoner, izlenimci, klasik veya oryantalist resim toplar, “modern resim”, Picasso veya Mirò gibi bir imza taşımıyorsa, çerçöp sayılırdı. İşin “ticaretini” başlatan, daha önce açıp kapanan Maya gibi galerileri bir köşeye koyarsak, Yahşi Baraz oldu. “Çağdaş” resim deyimi henüz literatürde pek yoktu. 1983 yılında AKM’de açılan kişisel sergim, belki yıllardır görülen en büyük ve “taze” işlerle oluşmuş sergiydi kent için… Daha doğrusu öyle bir örnek yoktu, görülmemişti. Bu ortamda artık resmi satılanlar arasında Doğançay, Akyavaş ve ben vardık. Sonra oluşmaya başlayan bu küçücük piyasaya Kemal Önsoy, İsmet Doğan, Balkan Naci gibi önemli yeni kuşak isimler girmeye başladı. Bir Akademi’ye bağlı olmadan uluslararası bağımsız sanatçı olarak yaşama fikrim, herkese göre uçuk kaçık bir projeydi. Böyle bir örnek yoktu ülkemizden… Yola çıktıktan sonrada geri dönüşü yoktu, bir şekilde başarmaya mecburdum. Çünkü ya “iyi örnek” olacaktım ya da “kötü bir örnek”. Çıkılmaması gereken, riskler ve cehennem taşları dolu yolun kötü örneği… NASA’nın dediği gibi,“Başarısızlık bir alternatif değildir” denilen bölgeydi bu… Detayları geçelim, arzu edenler otobiyografimin ikinci cildi “Sonsuz Okyanus”ta her şeyi fazlasıyla öğrenebilirler. Ama en azından şunu bilin ki öyle iki ay iki kursa katıldım diye aşırı havadan patlayacak kadar uçmuş bilgiç insanlar ortalarda böyle fink atmıyordu. İnsanların geneli ise daha mütevazı ama sanata belki daha saygılıydı.

BATIYA MEYDAN OKUMANIN 33 YIL SONRA GELEN KARŞILIĞI!

İşin hem yurtdışındaki hem de yurtiçindeki zorluklarını aşmak zorundaydık. Sizi aşırı şematik bir özet yapacağım mecburen: yurtdışında Amerika ve dört-beş büyük batı ülkesi dışında neredeyse büyük sergilerde adı geçen hiçbir şey yoktu. Büyük Batı, modern sanatın tüm kökenlerini güney ve doğu ülkelerinden almış olduğunu unutarak kendini bir ticaret seline kaptırmış, pupa yelken gidiyordu! Bu akıl almaz derecede önyargılı ve kültürel emperyalist gidişata dur demek için 30 Haziran 1984’te San Francisco Modern Sanat Müzesi önünde bir manifesto dağıttım. Öğrenci vizesi bitmiş cebinde belki 20-30 dolar olan genç bir adam, milyar dolarlık prestijli uluslararası batı sanat dünyasının akışına çomak sokuyordu. Ama içimde en küçük bir tereddüt yoktu, çünkü haklı olduğumu biliyordum. Bu yıl İstanbul fuarının açılışından önceki hafta da, beni mutlu eden önemli bir kitap elime geldi: Londra’da Penguin Books tarafından yayınlanan bu yeni yapıtta, Jessica Lack’in derlemesiyle Why are we artists? (Biz neden sanatçıyız?) başlığıyla, sanat tarihine yön veren 100 manifesto bir araya getirilmişti. Aralarında 1933 yılından Peyami Safa’nın kaleme aldığı “d grubu Manifestosu” ve benim 1984 San Francisco Manifestom (

Modern

DEVAMINI OKUYUN

Share Button

Bedri Baykam: “Che’nin Oğlu” Olmayı Taşıyabilen Adam…

Share Button

Çok zor ve pahalı olan, benim ise “diş söktüren” diye tarif edebileceğim bir sergiyi hazırlıyoruz. Yarın (26 Ekim, Çarşamba) açılmış olacak; herhalde çoğunuz duymuştur. Bu serginin sanatçısı, dünya tarihinin en büyük birkaç efsanesinden biri olan Che Guevara’nın büyük oğlu, Camilo Guevara. Yarın, yani ayın 26’sında, bu sergi açılıyor. Paniğe ve kendinizden geçmeye gerek yok, sadece yarınki işlerinizi iptal edip açılışa gelin!

DEVAMINI OKUYUN

Share Button

Bedri Baykam: Bir Eleştirmenin Ölümü, Bir Müzenin Doğumu…

Share Button

ORTAÇAĞ GÜNDEMİMİZİN AĞIR ZİNCİRLERİ…

İçine itildiğimiz gündem belli: alçak PKK saldırıları, şehitlerimiz, bunlara kılıflar uydurmaya çalışan beyni karışık ve kiralık entel karanlıklar, ırkçılığı “demokrasi mücadelesi”, hain katilleri “gerilla” diye pazarlamaya çalışan sözde ileri ülkeler, gazeteciler, FETÖ darbesini bastırmaya çalıştıklarını iddia ederken her türlü gülünçlüğe alet olan AKP kodamanları, hala dini ve yeni tarikatları bu iktidar sisteminin içine çekmeye çalışan ve 15 Temmuz’dan bile ders almayan aynı yapının milletvekilleri, onlara destek olma rekoru kıran bir MHP, Ağustos 2004’te Gülen yapısının tehlikeli varlığını deşifre eden MGK belgesini imzaladığını unutan ve miladı “17/25 Aralık” olarak saptadığını ısrarla açıklayan bir Cumhurbaşkanı, sonucun ne olacağı kestirilmeden birer rehine gibi Türkiye ve Avrupa arasında kavga ve baskı konusu olarak ortaya sürülen Suriyeli kardeşlerimizin dramı ve benden daha iyi bildiğiniz 1001 iç karartıcı durum…

Tüm bunlara rağmen, inatla ve ısrarla insan olduğumuzu, bu ortaçağ gündemlerine karşı dünyada sanatla kalıcı izler bırakma arzumuzun, yaşamaya ve yaşamdan haz almaya, evrensel dostluklar geliştirmeye kararlı olduğumuzu, bu dünyanın vasat altı politikacıların bir tutsağı haline gelmesini reddettiğimizi haykırmaya mecburuz…

 

KAYA ÖZSEZGİN’İN SADE VATANDAŞ OLARAK ÖLÜMÜ…

Ünlü eleştirmen Kaya Özsezgin’i, bu yıl 17 Ağustos’ta geçirdiği bir beyin kanaması sonucu kaybettik. Kaya Bey’in mütevaziliğine, beyefendiliğine, güler yüzüne, candanlığına atfen sade vatandaş olduğunu söylüyorum. Yoksa 1938 Diyarbakır doğumlu Kaya Özsezgin, ömrüne sayısız makale, kitap, konferans sığdırmış bir sanat düşünürü. Tek hedefi sanatı yüceltmek, yeni kuşaklara dünün ve bugünün sanatını, derin keyif alarak hissettirmek olan Özsezgin, o kaza sonucu yaşamını kaybetmese, senelere meydan okuyarak daha bir çok projede sanatçılar, halk ve sanat eserleri arasındaki köprü görevini üstlenmeye devam edecekti.

“Eleştirmen” denince akla hemen biraz “gıcıklık” ve eleştirilecek bir şeyler arayan sinirli uyumsuz biri gelebilir. Her ne kadar bazen bu havayı taşıyan isimler tanımış olsak da, bu önyargıdan kurtulmak lazım. Eleştirmenler ve çoğu zaman onlarla beraber ve paralel anılan sanat tarihçiler, aslında sanatı daha değerli, aranır ve anlaşılır kılmak isteyen toplumsal iletkenler. “Eleştiri” kelimesi hep negatif bir imaj yüklemesiyle gelir. Halbuki “eleştiri” çok olumlu da olabilir. Bir eleştirmenin yazısı, bir sanatçıyı dünyanın zirvesine de taşıyabilir. Sanat eleştirmeni, sanatı gündeme taşıyıp kendisi sübjektif bir kişilik olsa da o sanatçıyı objektif olarak değerlendirmeye çalışan kişidir.

Bugün Kaya Özsezgin’i Piramid Sanat’ta anmak için bir araya geleceğiz. Kızı Elvan Özsezgin, Ankaralı sanat tarihçi Kıymet Giray, sanatçı Barış Sarıbaş, kültür yayıncısı Zafer Bilgin ve ben 18:00-20:30 arasında Kaya Özsezgin’i kişiliği, anekdotları ve yapıtları ile ele alacağız ve ona içten bir selam yollayacağız. Sizi de bekliyoruz. Bu satırları okuduğunuzda, bugün hemen Taksim’e doğru yola çıkın, Feridiye Cad. No:25’deki Piramid Sanat’e gelin ve bu ortamı şahsen izleme fırsatı bulun. Bir kültür insanının izlerine bakın, kulak verin. Taksim’in, Tarlabaşı’na yakın limitinde ve Talimhane’nin bir sokak altındaki bu sanat merkezini keşfetmek sizi ayrıca da besleyebilir. Bağımsız, siyaset, eleştiri hakkı ve erotizmden korkmayan çağdaş bir ortamda bundan sonra yapılacak benzer tartışma ve buluşmalara da katılma imkanı elde edersiniz.

ELGİZ VE EVLİYAGİL MÜZELERİ’NİN BAŞARILARI

Kaya Özsezgin şayet vefat etmeseydi, büyük ihtimalle geçen hafta sonu Türkiye’de çağdaş sanat koleksiyonculuğunu Eczacıbaşı ile beraber ilk başlatanlardan olan Sevda ve Can Elgiz’in kurduğu Elgiz Müzesi’nin Midilli adasında belediyenin desteğiyle Mytilene Belediye Sanat Galerisi/Halim Bey Konağı’nda gerçekleştirdiği daimi koleksiyon sergisi Geçiş Çizgileri (in medias res)’nin gururunu yaşayacak; gerek Türk, gerek yabancı sanatçıların bir arada sunulduğu bu ortamın Türk koleksiyonculuğunun imajına nasıl bir katkı sağladığını görerek içi mutluluk dolacaktı. Yine Kaya Bey, önümüzdeki Cumartesi akşamını da evinde geçiremeyecek, bu sefer eski sevgilisi Ankara’ya gelip, büyük bir keyifle Müze Evliyagil’in açılışına katılıp orada Sarp Evliyagil’in çağdaş sanat koleksiyonunu gezecekti. Özgür, çağdaş sanatın devlet tarafından zerre kadar destek görmediği ülkemizde, genç bir işadamının nasıl kendi imkanlarını kullanarak bir müze oluşturduğunu şarabını keyifle yudumlayarak görüp, kendisini hararetle tebrik edecekti. Evliyagil ailesinin Ankara ticaret hayatı ve Cumhuriyet tarihine paralel giden yayıncılık serüveninin, 21. yüzyıl yeni boyutu olarak ortaya çıkışını kutlayacaktı. Çünkü Özsezgin, bu ülkede sanatın Atatürk ve İnönü dönemlerinden sonra “devlete rağmen” yapıldığını en iyi bilen insanlar arasındaydı. O nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk’ün vefatından sonra tek bir modern ve çağdaş müze yapmadığını bilen bir sanat insanı olarak, bu bakir alanda işadamlarına düşen büyük sorumluluğunun bilincindeydi. Sonuçta ister Eczacıbaşı veya Koç aileleri, ister Demsa, Borusan veya Yapı Kredi’nin, İş Bankası’nın, Portakal Çiçeği sanat kolonisinin çabalarının ne kadar değerli olduğunu bilirdi. Devletin kendilerine hiç bir ilgi göstermediği yoz bir ortamda Elgiz’in her kuşaktan ünlü sanatçıların yanı sıra koleksiyonuna kattığı, Pınar Yolaçan, Burak Delier, Özlem Günyol, İhsan Oturmak gibi gençlerin bundan nasıl bir adrenalin kazandıklarını çok iyi bilir, onlarla görüşüp sohbetlere dalardı. Keza aynı şekilde Evliyagil’in sanat tarihine mal olmuş isimler dışında Esin Turan, Necla Rüzgar, Mehmet Ali Uysal, Burcu Perçin, Ali Şentürk, Hüseyin Arıcı gibi genç isimleri de koleksiyonuna dahil etmesini alkışlar, bu gençleri dinleyerek onların önerilerini kendi terazisinde tartma ve izlemeye almaya girişirdi… Şimdi

Bu yazıyı 5 Ekim 2016, saat 18.00’den sonra okuyan ve bu buluşmaya katılamayanlara gelince, sorun değil. Bu sevgili Kaya Bey’in aziz hatırası üzerinden size yolladığımız bir zarftı. Gerek Özsezgin’in kitaplarını okuyarak, gerek bundan sonra bu sanat faaliyetlerine hem aşkla, hem de “inadına” katılarak yobaz gündeme karşı sanatla direnmenin onuruna dahil olursunuz… Bu yaşam tek, ve şimdi! Sizin için, geleceğinizi ele almanız için, sanatla ve hak ettiğiniz güzelliklerle yaşamanız için… DEVAMINI OKUYUN

Share Button

Bedri Baykam: Tarık Akan Ölümsüzlüğe Geçiş Yaptı…

Share Button

 

ÖDÜNSÜZ YOBAZSAVAR’IN ÖLÜMÜ…

Hayat seni en beklemediğin anda arkadan vurur. Ana işidir bu. Kahpeliği sever. Geçen hafta sonu mutlu bir olay için Roma Havaalanı’na yeni iniş yapmıştık. Kuzenimin kızının düğünü için büyük bir aile buluşması vardı. İşte orada geldi o kahrolasıca haber. Tarık’ı kaybetmiştik. Evet, biliyorduk ağırdı durumu… Ama -herhalde inanamamaktan- hepimiz bir mucize bekliyorduk sanki… Veya “daha çok vaktimiz var” gibi düşünmek istiyorduk. Düğün gecesinin devamında, hiç uyumadan Pazar sabahı 07:10’da bir uçak bulup törene ve cenazeye şükür ki yetişebildim.

Harbiye Muhsin Ertuğrul salonuna sığamadı binlerce insan. Tabii ki vermediler Cemal Reşit Rey veya Lütfi Kırdar’ı… Sonuçta aramızdan ayrılan büyük bir muhalifti. Yobaz savardı. Faşist savardı. Ödünsüzdü. Cesurdu. Korkusuzdu. Yani anlayacağınız, kimilerine göre suçları çok fazlaydı. Tabii ki her bir ret yanıtı için bürokrasinin hazır cevapları vardı: Tadilat/uygunsuzluk, başka angajmanlar vs. Bürokrasi için bahaneden bol ne olabilirdi ki?

 

HER YAŞ VE HER KESİMDEN İNSANIN, HALKIN KAHRAMANI

İçeri girebilen binlerce insan, konserve kutusuna sıkıştırılmış sardalyeler gibi ezilmelerine rağmen, birbirinin üstüne basma, altında kalma pahasına Tarık Akan hakkında gösterilen bir kare fotoğrafın, iki çift sözün peşine düştü. Her biri, yalnız en sevdikleri aktörü değil, abisini, babasını, kardeşini, sevgilisini, amcasını, en yakınını kaybetmiş olmanın yoğun duygularını yaşıyordu. Biz sanatçılar da, yakın bir arkadaşımızın ötesinde bir eylem arkadaşımızı, Mustafa Kemal’in en güzel askerini kaybettik. İnsanlık Anıtı, işçi hakları yürüyüşleri, bitmez tükenmez davalar, Silivri barikatları, Ergenekon-Balyoz direnişi, 1 Mayıs yürüyüşleri, basın özgürlüğü yürüyüşleri, Taksim, her birinde yanyanaydık. O dev gibi adam hepimize gizli bir gurur ve güven eklerdi. Sonuçta salondan sokaklara taşan onbinlerce insanın her biri kendi geçmişini uğurlamaya gelmişti. Halk, gerçek kahramanına veda ediyordu. Çünkü herkes biliyordu onun Saray’ın değil, halkın, kendilerinin sanatçısı olduğunu… Saray’da boy göstermeye doyamayan o kadar meraklı sanatçı var ki…

Sonuçta mikrofon uzatılan herkesin en candan sesleriyle söyleyecek birşeyleri vardı. Zaten Tarık onların arasında işportacılık, taksicilik yapmamış mıydı? Kahvede onlarla tavla oynamamış mıydı? Manavla, bakkalla, kasapla, çiçekçiyle, mahallenin çocuklarıyla, işçilerle ve emeklilerle arkadaş olmamış mıydı? Oynadığı 111 filmde her kalıba girmemiş miydi? DEVAMINI OKUYUN

Share Button