‘Kadın olmak, bu ülkede başlı başına ironik bir durum’
Alev Oskay, İstanbul Kültür Üniversitesi Sergi Salonu’nda açtığı ‘İroni’ adlı yeni sergisinde farklı kavramlara ve temalara gönderme yapıyor. 26 Şubat’a kadar izlenebilecek olan sergi, özellikle ‘kadın’ imgesi üzerinden farklı okumalarla, sanatçının çeşitli serilerinden örnekleri içeriyor.
Hülya Küpçüoğlu: Serginiz bağlamında genel olarak nelere ‘ironi’ ile yaklaşıyorsunuz?
Alev Oskay: Kadın olmanın bu ülkede başlı başına bir ironik durum olduğunu düşünüyorum.
Cam, seramik, yerleştirme ve montaj çalışmalarından oluşan farklı malzemeleri bir arada kullandığım farklı tema ve biçimlendirmelerden oluşan sergimin temeli kadın üzerine.
H.K.: Kadın teması dışında hangi farklı tema ve kavramlar var?
A.O.: Empati serisi ile görsel olarak izleyiciyi, kendi yerine koymaya itmek; aynı zamanda yer değiştirmenin dinamiği ile bazen sadece bakmanın (doğru yere bakmakla) bunun için yeterli olabileceğini savunuyorum. Fiilen benim yerime bakmaya iterken aslında izleyiciyi aynalarla kendine baktırmayı hedefliyorum. Benim için görmekten daha önemli neye ve nereye bakılacağı… Ağzı Tıkalı işlerde; kadının toplumda maruz kaldığı bırakıldığı çoğu zaman belki de… sesini çıkaramadığı, çıkartılmadığı, tek başına dik durmanın dayanılmaz zorluğu. Tagore’un Havvaları’nda: duymayan, görmeyen, işitmeyen maymunun yerine kadını incir yaprakları ile betimleyerek, bunları yapmayı becerebilen kadının ancak toplumda taçlandırıldığını göstermeye çalıştım. Örtülmesi gereken incir yaprakları ile sadece mahrem yerler değil artık, kadın düşünmemeli, görmemeli ve duymamalı… Yaratılıştan bile daha geri, karanlık bir sürecin içinde eli kolu bağlı bekleyiş… Toplumsal olanın dışında genetik yapısında bile kadının ağır bedeller gizli. Migren, biraz bu konuya parmak basıyor. Çoğunlukla kadınlarda görülen ve korkunç ağrılar ile baş gösteren, hayatı ya erteleme yada çok düşük performansla geçiştirmeye kadar iten etkenlik yerine edilgen olmasına neden olan bir faktör, durum belki de… Migren sahibi olarak yaşamımın bir parçasını yine kadın olmak ve bununla yaşamak üzerinden sanata yansıtmak istedim. Yaşamımı etkileyen migrenle olan bu savaşımı yine onu nesneye dönüştürerek vermeye çalıştım. Kullandığım ilaç kutuları ile esere dönüşen gerçeklik. Ruh hâli ve bedende gerçekleşen deformasyonun biçime yansıması. Bazen yok saydığım sol yanımı, yine sol yanının becerisi ile anlatmaya çalıştım. Karanlığa ihtiyaç duyuş renk seçimine yansırken, hep koruyup kollanmak zorunda olduğum sol yanımı (başını) sarıp sarmalamak da gazlı bezlerle…
H.K.: Az önce serginin temelinin adın üzerine olduğunu söylediniz. Bunu biraz açabilir misiniz?
A.O.: Evet, başlangıçtan beri kadın olma hali ve halleri üzerine çalışıyorum.
Kadının toplumda maruz kaldıkları, bırakıldığı çoğu zaman belki de… Sesini çıkaramadığı, çıkartılmadığı, tek başına dik durmanın dayanılmaz zorluğu… Bugüne kadar ki tüm çalışmalarımda kadın olma halleri üzerine sözünü söylemeye çalıştım, temel aldığım eleştiri odağını yine değiştirmedim. Üstelik bunu birebir kendi üzerinden yapmayı denedim. Kendimi forma dönüştürerek formu hedef yaptım.
H.K.: Kendi kişisel yaşantınıza dair ipuçlarını da kurgulamış olduğunuz işlerle sunuyorsunuz. Bunun hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?
A.O.: Kadın sanatçı tabirinden haz etmemekle birlikte en iyi bildiğimden, kadın oluşumdan yola çıktım. Üretmeye başladığım ilk yıllardan beri akademide, meslekte başlangıç noktam Kibele, Anadolu’da doğurgan üretken kadın idi. Daha sonra kentli kadınları, savaşan mücadele eden erkek egemen toplumda kendine yer açmaya çalışan kadınları çalıştım. Şimdi bu ve bir önceki sergimde; daha öznel ama toplumda pek çok yaraya parmak basan farklı kadınlık hâlleri ve bu hâllerin toplumdaki aksi üzerine düşünüyorum ve düşünülsün istiyorum.
H.K.: Buluntu içki şişelerinden yaptığınız işlerde, bu şişeler ve kadın bedenini örtüştürüyorsunuz. Neden?
A.O.: Çocukluğumdan beri farklı malzemelerle oynadım ve onları dönüştürdüm. Babam fizikçi ve laboratuvarcıydı, kendi deney aletlerini kendi yapardı. Zamanım, sokaktan çok laboratuarda ya da o malzeme almaya gittiğinde beni yanında götürdüğü dükkânlarda geçerdi. Annem de fizikçiydi fakat daha çok onun dikiş dikmesi ile ilgili olarak; renkli toplu iğneler, ipler, kumaşlar, renkli dikiş dergi sayfaları, babamdan farklı olarak hayatıma giren başka malzemeler oldu.
Hepsi benim için oldukça ilgi çekici idi. Alet kullanmayı çok küçük yaşlarda öğrendim ve boya ve kâğıt hiçbir zaman yetmedi. Bu süreç hiç durmadan devam etti. Yüksek lisansımı da sanat tarihi alanında “kübist kolajlar” üzerine yaptım. Söylemeye çalıştığım, gördüğüm her malzemeyi aklım, kendi işlevinden uzak farklı anlamlarda bir yolculuğa itmiştir. Bu sürecin doğal parçası oldu ürettiğim işler ve sergiler.
H.K.: Raku tekniğini sıklıkla kullanıyorsunuz. Bu teknik hakkında bilgi alabilir miyiz?
A.O.: Geçmişi 400 yıl öncesine kadar giden Raku, geleneksel Japon seramiğine özgü sürpriz ve deneyselliğe açık bir sırlama tekniğidir. Raku tekniğinin özelliği; açık havada özel fırınlarda pişirilen seramiklerin, akkorlaşınca (yaklaşık 800 – 1000 ◦C) hızla fırından çıkartılıp içinde talaş, kuru yaprak gibi organik malzemelerin bulunduğu kapaklı kaplara konulması aşamalarından geçmesidir. Fırından çıkan seramiklerin uğradığı termal şokun etkisi form üzerinde çatlaklara neden olurken, redüksiyon yanma sırasında oluşan is, çatlaklara nüfuz eder. Suya alınan seramikler son aşama olarak temizlenir; taşlama (aşındırma) yoluyla yıkanır, is ve küllerin tortularından arındırılır. Bu teknikle seramiğin üzerindeki sırlı yüzeyde, değişik etkiler ve farklı tonda renkler ortaya çıktığı için şaşırtıcı sonuçlar elde edilmektedir. Raku, doğaçlama etkiler sağladığı için dünyada birçok seramik sanatçısı tarafından kullanılmaktadır.
H.K.: Siz ne zamandan beri bu tekniği kullanıyorsunuz?
A.O.: 2007’de katıldığım bir çalıştayda tanıştığım, sevdiğim, öğrenmeye ve uygulamaya çalıştığım bir teknik raku. “Mutluluk” anlamına gelen raku, gerçekten beni mutlu etti ve onu bırakmayı düşünmüyorum. Elimden geldiğince kullanmaya, öğretmeye ve tanıtmaya da çalışıyorum. Üniversitede 4 yıl boyunca raku çalıştayları yaparak pek çok sanatçı ve öğrenciye uygulama olanağı yarattım. Ülkede tanınması açısından da oldukça emek verdik ve başarılı olduk. Bu konuda, çalıştığım İstanbul kültür Üniversitesi’ne bizlere sağladığı ortam nedeni ile de teşekkürü bir borç bilirim.
H.K.: Seramik sanatının günümüz sanatındaki yeri hakkında neler düşünüyorsunuz?
A.O.: Öğrencilik yıllarımla karşılaştırınca inanılmaz değişim ve yenilenme var pek çok alanda. Daha çok seramik sergisi açılıyor. Biz öğrenciyken 4 yıl boyunca 1 uluslararası 2 ya da 3 ulusal sergi izleyebilmiştik. Oysa bugün her ay 3 – 4 seramik sergisi İstanbul’da açıldığı gibi pek çok kentte de durum aynı. Artık güncel sanat içinde kullanılan bir malzeme olarak pek çok karma sergide de görebiliyoruz. Seramik teknolojisi dünyada ve paralel olarak ülkemizde hızla ilerlerken -malzeme ve donanımı kullanma anlamında- bu hız seramik sanatını da doğrudan olumlu anlamda etkiliyor. Dünyadaki yerimizi azımsanmayacak kadar ileri görüyorum. Sorun var ise bizden değil, seramik sergilemek istemeyen, satamayacağını düşünen galerici ve değerlendirme yapan, yazı yazan sanat eleştirmenlerinin dar görüşlerindendir.
Özetle hızla ve olumlu anlamda ilerlemekte.
H.K.: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
A.O.: Düşünmek, farklıyı aramak, bulmaya çalışmak, üretmek, söylemek istediklerimi doğru malzemeleri seçerek uygun tekniklerle üretmek, gerçekleştirmek, oldukça ağır ve uzun sancılı bir süreçti. Sergide 102 parça iş var ve izleyici ile buluşması benim için önemli, yeniden anlam kazanıp işlerin kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri için. Bu süreçte yapmış olduğunuz söyleşi ile kendimi ifade etmemde aracı olduğunuz için size de çok teşekkür etmek isterim.