utkuvarlik@gmail.com http://utkuvarlik.blogspot.com/ http://www.utkuvarlik.eu
Sanat eserlerinin ülkelerini terk edip yabancı ülkelere satılmasını önlemek amacıyla Alman Kültür Bakanı Monika Grütters tarafından hazırlanan bir kanun projesi, ünlü Alman sanatçılarını çok kızdırdı. Geçen yıl gazino işleten bir Alman şirketi, elindeki iki Andy Warhol tablosunu New York’ta satışa çıkartmıştı ve de 70 yılından beri Almanya’da bu tabloların ülkeyi terk etmesi de bu kanunun gereksinmesine nedendi. Bu yasaklama Avrupa ülkeleri için de geçerli; oysa bazılarına göre Avrupa bir bütündü. Kızgın sanatçı Georg Baselitz, eğer bu kanun gelecek ay çıkarsa, Dresden Albertinum müzesindeki 10 tuvalini kaldırmakla tehdit etti. Gerhard Richter de birçok Alman müzesinden tuvallerini geri almakla bu eyleme katıldı. Ünlü galeriler ve tablo satıcıları da müşterilerinin kaçmasından tedirgin. Geçen yazılarımda bir başka Alman ressamı, Markus Lüpertz üstüne ne düşündüğümü yazmıştım. Bu kez yalnız Alman resim sanatından değil, uzun bir süredir dünyaya can sıkıntısı pazarlayan tüm Alman sanatından söz edeceğim; tiyatro ve opera bu konunun içinde. Öncelikle çağımızın resim sanatını nasıl yorumladığını, estetik, güzel, moral adına sanatın var oluşunun; çirkin, sapık ve çamura pentür adına nasıl dönüştüğünü.
İlk kez bir video koyuyorum, sözcükler yeterli değil, sanatın nasıl güdüldüğü, pentür adına hiçbir şey içermeyen komik figürleri, hüzünlü yorgun tuvallerin, bir gün hiçbir teknik endişe çekmeden, bulaşık sürüştürülen bu boyaları kusacağının, bunları çağımızın en büyük ressamı diye müzelere asanların kimliklerini, paralarını nereye koyacağını bilemeyen zavallıların kolleksiyonerim diye nasıl dolaştıklarının bir envanteri yapılacak mı?
Görüldüğü gibi, yere yatırımış bir seri tuval üstüne, büyük kaplarda hazırlanmış akrilik boyalar; kolay kuruyacak ve üstüne tekrar sürüştürülecek, renkler opak, katmanlar süreç kısa olduğu için kurumaları olanaksız, boya tuvalin transperence ışığını örttüğü için renk kendini savunamıyor ve de beyaz tüm renklere karıştırılmış, onları ölmüş sayalım.
Bugün tüm ormanları yerle bir eden motorlu testere ile çalışıyor artist. Asistanlarının hazırladığı kütüklere bu testereyle verebileceği anlam yontma değil, peki ne? Afrika’yı düşünüyorum, o maskları, yontuları…
Baselitz üstüne yazarken, birden figürleri bana Fikret Mualla’yı anımsattı. Belki Alman ressam tuvallerini ters asarak bir orijinallik yaratsa bile kanımca Fikret Mualla’nın “authenticité”si yok ve de böyle bir endişesi olduğunu sanmıyorum.
Şimdi öğrencisi Markus Lüpertz’e gelelim; Alman resim sanatının “prensi” olarak niteliyor kendini, Paris’deki retrospektifi için konuştuğunda, hiçbir kompleks gütmeden, niçin çok önemli bir sanatçı olduğunu şöyle açıklıyor:
“Soru- Niçin resim yapıyorsunuz?
Lüpertz- Beni iten, yönlendiren parmak yukarıdan, Tanrı’dan gelen bir güç, beni sarsıyor, yerle bir ediyor. Sanki yaralı bir istiridyenin inciyi yaratırken çektiği sancı gibi, işte bana resim yaptıran bu mucize! Pentür bir kültürdür, kültür ise dünyanın özdeği; bize o dünyayı kavramamızı sağlayan dil!
Genellikle pentürün dışına çıkarsak, tiyatro, opera ve modern dansta can sıkıntısının bir başka görsel anlamını yine “modern” sözcüğüyle doğrularız. Dört saat süren Wagner operalarına bilet bulmak olanaksız! Gelin görün Günther Kramer’in “Siegfried” e dokunuşu! Kimi ilgilendirirse; klasik yapıyı bozmak, anlamsız dekorlar ve günün absürt giysileriyle Shakespeare sahneye koymak; Avignon festivalinde Thomas Östermeier’in “3. Richard” oyunu, Laurence Olivier’ı anımsayan bizim kuşak için bir zulüm. Ya da Pina Bausch’un modern balesi. Contemporary adına ne yapılırsa yapılsın ama müzelere, saraylara, mabetlere, klasiklere modern çomağını sokup anlamsızlığı empoze etmek, asıl kültürün hayal perdelerini yok etmektir, işte burada insan tükeniyor.