Utku Varlık, Arter’in Arka Kapısı

Share Button

Fotoğrafta “ultra-modern” bir yapı haberden önce çarptı, sonra Vehbi Koç Vakfı Sanat Müzesi Arter – Dolapdere; kurucu direktörü  Melih Fereli konuşuyor, “mahalleye sırtını dönmeyen, mahalleyi davet eden bir yapı oluştu, Arter’in yeni binasıyla birlikte tüm halkımızın, özellikle gençlerimizin ve çocuklarımızın sanatla özgürce karşılaşabileceği bir ortamı mümkün kılmanın heyecanı içindeyiz!”

Birden 40 yıllarına döndüm, mahallemizde Halkevlerinin açılış söylevi: babam söylevinde “önüm- arkam sobe” demiyor sayın Fereli gibi; Cumhuriyet’ten, laik Türkiye’den ve de kültürden söz ettiğinde, bizler elimizde mandolinlerle ilk dersi heyecanla bekliyoruz; akşam da herkesin katılımıyla oynanacak bir tiyatro oyunu var. Yine günümüze dönelim: Peki burası neresi: Fereli devam ediyor, “Mahalleye sırtını dönmeyen, mahalleyi içine davet eden, hatta içinden geçip arka taraftan tekrar sokağa çıkabileceğini…” evet şimdi nerede olduğunuzu biraz anladınız, Dolapdere’desiniz, sırtınızı da Kasımpaşa’ya dayamışsınız ama buraların sosyal yaşama, yerleşme, kent sorunlarından bir haberiniz var mı?

Bir kaç yıl önce Tunca Sanat Galerisi’nin bir sergi açılışına davetliydim, Tepebaşı’ndan bir taksiye bindim, adresi söyledim: Bülbül, Paşabakkal sok. -Eskidji İş Merkezi – Dolapdere; bana göre çok yakındı ama şoför Tarlabaşı’dan aşağıya inmek istemedi, Kasımpaşa’dan dolaşacaktı! Anlamadım, açılışa geç kaldığımı vs. anlatırken, şöför, “…burada yaşamadığınız belli, bu sokaklara girmek istemiyorum, bir gece öldüreceklerdi, zor kaçtım!” Peki kimler bunlar..? Adam: “ Madem meraklısınız, gidelim.” dedi ve aşağıya inen sokaklardan birine girdik. Sanki birden düşte olduğu gibi paradoksal bir mekân değiştirdik, sokağın pisliği, kararmış duvarlar giderek o denli karanlık insanlar; sefalet, sanki hiç yıkanmamış, çul giysiler içinde bir sürü çocuk arabanın camlarına vuruyor, kadınlar kapıların önünde perişan, karanlık adamlar ötelerden topladıkları çöpleri yığmışlar, zorla geçtik, çöp arabalarını özellikle rahatsız etmek için sokağı daraltmışlardı. Sonunda aşağıya indiğimizde tarifsiz, büyükçe depo görünümünde, ön cephesinde ESKİDJİ  yazan yeni bir yapının  önüne geldik. Şöföre, “Söyledikleriniz doğruymuş, peki kim bu insanlar, nasıl olur İstanbul’un merkezinde bu sefalet?” dediğimde bana yanıtı, “Buralar boştu uzun yıllar, Rumlar gittikten sonra; geçmezdik buralardan ama bu adamlar nereden geldi, Belediye nasıl göz yumdu, gördünüz karanlığı!” Teşekkür ettim. Ona Tarlabaşı’nın tarihini, 6 – 7 Eylül’ü anlatacak vaktim yoktu; binaya girdim, galerinin olduğu kata çıkan devasa asansörü gösterdi birisi; ne bileyim; nedir bu bina diye soracaktım, vazgeçtim, sokağın şokunu atamamıştım! Asansörden çıkınca galerinin uğultusunun olduğu açık büyük kapıdan girdiğimde, kalabalık  ve dört genç ve güzel kızın yaptığı oda müziği… Garsonun getirdiği içkiyi içerken beni buraya çağıran Mimar Mehmet gülerek geldi!

Arter yeni binasında yeniden açılırken, günümüzün sanatını tüm boyutlarıyla geniş kitlelerle buluşturmayı misyon ediyoruz diyor Arter Başküratörü Emre Baykal, İstiklal caddesinde sanatseverlerle buluştukları 10 yıl içinde yaklaşık 1300 eseri kapsayan koleksiyon derlediklerini söylüyor.

Güzel: ne topladıklarının bilançosunu yapmadan uzun metraj bir Beyoğlu geliyor gözümün önüne, bir cumartesi Tünel’e doğru yürüyorum, yürümek değil biraz zorlamasam, akıntı beni rahatça Taksim’e götürecek; karşı koymak güç, nasıl olur bu kadar genç adam nereye gider, vitrinlere bakmak, oturup bir şey içmek değil, Beyoğlu’nda yürümek! Yorulmuştum, rastgele gördüğüm en dingin bir mekâna kendimi attım, çünkü mekân boştu ve vitrinde bir ton karışık kırmızı boyanmış artık malzeme -küratör buna “katmanlar” demiş- önce kavrayamadım, geriye çekilip Arter sinyalini görünceye kadar, ben Akaretler’de olduğunu biliyordum ve de orada Sarkis’in bir enstalasyonunu görmüştüm bir kaç yıl önce. Nasıl olur bu dinginlik, girdim ve yalnızım, sergi “HER DÜŞENİN KANADI YOKTUR”, vitrinde gördüğüm iş Phyllida Barlow’un, kim olduğunu merak ediyorsanız Darwin’nin torunu, Londra Royal Kolej’de prof. vs. Daha sonra Venedik Bienali’nde gereksizliğin anıtı olabilecek devasa inşaat malzemelerini sergilemişti, sergilediği kolonlar o kadar absürt ve “encombrand”(hantal) ve komikti! Daha sonra Blog’umda bunun üstüne bir yazı yayımladım. Barlow yalnız değil, başka yabancı katılanlar, etrafa saçılmış oklar, beyaz huniler, aptalca videoda ne anlatmak istediğini de anlamak olanaksız! Peki, niçin kimse yok?

Emre Baykal 1300 eseri kapsayan bir koleksiyondan söz etmişti, bu eserlerin ne olduğu, hangi malzemelerle yapıldığı, zamana dayanıklılığı, yanıcı, kendi kendini yok eden kimyasal kökeni meçhul boyalar, yapışkanlar, plastikler, karton vs. Bu Contemporary’de oynayanlar üç boyutlu gözlükler taktıkları için, dıştaki yalnız parlayan devinimleri  görüyorlar, onlara benzeme isteği ve de özellikle snop, distiller, prizmatik yani onlara akıl verenlerin dümen suyunda olmak. Bu konudaki  “ÇAĞDAŞ SANATI ANLAMAK SEMİNERLERİ 1 ” – 22 Şubat 2019 – blog yazımda, sürekli Fransız basınında skandal olarak ya da alay edilerek manşet olan, Kültür Bakanlığının FRACS – Çağdaş Sanat Ulusal Koleksiyonu – nun tüm Fransa’da 12 Çağdaş Sanat Müzelerine düzenli devlet tarafından satın alınan 30 bin “sanat eseri” nin depolarda “auto-détruiction” çürüdüğünün bilançolarının da gözaltı edildiğinin belgelerini arşivimde saklıyorum. Fransa’nın Çontemporary adına söz sahibi isimlerin Fracs’ı kafa-kola alıp, onu geçim kaynağı ettiklerinin altını çiziyorum; internette koleksiyona bir göz atın, gördüklerinize inanamayacaksınız, bu sanatçılar eski eşyalarını çöpe atmıyorlar “yerleştirme” adına projelerde buz dolabı, eski halılar ve giderek sokaktan buldukları ne varsa… İsim vermiyorum, çünkü tanıdık biri de çıkabilir! Arter yöneticilerinin bundan haberi olduğunu zannetmiyorum; olsa da Koç Holding’e söylerler mi, o da meçhul!

Şimdi açılış programlarına gelelim: üstte söz ettiğim koleksiyondan seçki bir sergi “SAAT KAÇ ”, eğer depodan çıkarılmışsa kanımca onarılmıştır! Yine bir koleksiyon sergisi, – çünkü mekân çok büyük – “KELİMELER PEK GEREKSİZ” ; bence “Sözcükler Gereksiz” olabilirdi, tema; jest, kalıntı ve iz – miş! Giderek, son yıllarda güncel sanatın öncüsü olarak farkına varılan Altan Gürman’ın bir retrospektifi “ ölünün arkasından konuşulmaz” diyerek bir şey söylemiyorum! Erkmen ailesinin böyle bir “biosphere” de olması şaşırtıcı değil; Ayşe Erkmen’in bir retrospektifi: BEYAZIMTIRAK, düşündüm hangi renk olabilir? Daha ilginç, programda Fransız “plasticien” Céleste Boursier-Mougenot’un bir yerleştirmesi, “ v.2 – dışarıdaki rüzgârın hızı ve yönüyle etkileşim içinde hareket eden üç adet kuyruklu piyano “! Açıklayayım: bunu görünce Contemporary’nin çok güçlü bir lobi olduğunu kanıtladım; nasıl olur, nereden bulunur böyle kendi ülkesinde bile “makaraya alınan” birisine bir açılım vermek; herhâlde bu şamataları beleş  yapmıyorlar! Bir gün Paris’te, Palais de Tokyo’da – kanımca bizimkilerin hayran olduğu bir mekân -, bu plasticien’in “ACQUALTA” isimli bir “performans”nı gördüm, yerleştirmeden öte büyük bir mekânı siyaha boyatıp, içine su doldurup, bir büyük havuz misali, görücüleri müzik eşliğinde “siyaha özgü” temasıyla ve kayıkla gezdirmesi… Bilmiyorum bu ephemere(geçici) şamata’nın ederi nedir? Arter’in onun emrine üç Steinway vermesine de ne diyebiliriz! Fazla uzatmadan bu Contemporary yıkamada son gözüme çarpan: sinema gösterilerindeki beğenileri belki canımı en fazla sıkanlar: Agnes Varda, Chantal Akerman – tahammül ötesi-, Laurie Anderson – zûlum – ve de ilk kez bir filmin ilk beş dakikasında salondan çıktığım “Cemetery of Splendour” adlı can sıkıcılığın zirvesi filmini yapan Apichatpong! Giderek bu Contemporary virüsünün içeriğinde bir yadsıma, can sıkıntısına yakın bir sığlaşma görüyorum, aynen “modern”in yanlış anlaşılmasına özgün “rastlantısal özellik”, soruyorum: DOCUMENTA KASSEL niçin 60 milyon borçla battı? Koç vakfı olmasa bu absürdü yapabilir misiniz?

İşte Dolapdere, Kasımpaşa semtlerinin günümüz sanatına ulaşmaları için “expérimantale” içeren “performans” önerileri; söz verdiler: mahalleye sırtlarını dönmeyecekler!

 

Share Button

Hakkında Utku VARLIK

Sanatsal eğitimine 1961 – 1966 yılları arasında Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Sabri Berkel atölyelerinde başlayan Utku Varlık daha sonra oyma baskı (gravür) ve taş baskı (litografi) atölyelerinde devam etmiştir. 1970 yılında Paris´e gitmiş, 1971 – 1974 yılları arasında Güzel Sanatlar Ulusal Yüksekokulu´nda George Dayez ile, 1973 – 1975 yılları arasında da Cachan Atölyesi´nde taşbaskı çalışmıştır. Sanat çalışmalarına halen Paris´te devam etmektedir. İlk önceleri dışavurumcu anlatımla figürlerini biçimlendiren Utku Varlık, 1960 ve 1970´lerde dönemin politik yaşamından etkilenerek yaptığı resimlerinde de bu anlatım biçimini kullanmıştır. Sanatçı özellikle 1975´ten sonra dışavurumcu anlatımdan uzaklaşmış ve düşsel bir anlatım biçimine yönelmiştir. Sanatçı için figür, sürekli ve asal olan doğanın yaşayan öğelerinden biridir ve yansımasını doğada bulur.

Yorumlar kapatıldı.