Burcu Pehlivan geçtiğimiz hafta Bakraç Sanat Galerisi’nde açtığı ‘Gündelik Yaşamın Kıyısında’ adlı yeni sergisinde bir önceki sergisine referans vererek, salgın sürecinin insan üzerindeki psikolojik etkilerine odaklanıyor. Bu süreçte herkesin hissettiği şehirden doğaya kaçma isteğinin izlerini sürüyor. Bu süreci silmek istercesine maviye, yeşile koşuyor. Siz de ‘çılgın kalabalıktan uzak’ta olmak istiyorsanız ve ‘gündelik yaşamın kıyısına’ geldiyseniz, sergiyi 16 Şubata’a kadar izleyebilirsiniz.
Hülya Küpçüoğlu: Geçtiğimiz Eylül ayında “Çılgın Kalabalıktan Uzak” başlıklı bir sergi yapmıştınız. Birkaç ay sonra yeni bir sergi açtınız. Bu 2 sergiyi birbiriyle bağlantılı düşünebilir miyiz?
Burcu Pehlivan: “Gündelik Yaşamın Kıyısında” başlıklı 7-29 Ocak 2021 (16 Şubat’a kadar sergi süresi uzatılmıştır) tarihleri arasında İstanbul-Anadolu Yakası’ndaki Bakraç Sanat Galerisi’nde açık olan sergim, 31 Ağustos-10 Eylül 2020 tarihleri arasında İstanbul- Avrupa Yakası’nda PineloArt Gallery’de açmış olduğum “Çılgın Kalabalıktan Uzak” isimli sergimin konu bakımından devamı niteliğindedir. Eylül ayındaki sergimde 2019 ve 2020 yıllarında çalışmış olduğum 14 adet eserim sergilendi. Şu günlerde devam eden sergimde ise önceki sergideki 14 resme ek olarak 13 adet yeni resim var. Bu resimlerden 7 adeti tuval üzerine yağlıboya, 6 adeti tuval üzerine karışık teknik olarak desen tadındaki çalışmalarımdan oluşmaktadır.
H.K.: “Çılgın Kalabalıktan Uzak” ve “Gündelik Yaşamın Kıyısında” isimlerini seçmiş, olmanızın sebepleri neler?
B.P.: Uzun yıllardır İstanbul’da yaşıyorum. İçinde bulunduğumuz pandemi günlerini ayrı tutarsak, İstanbul’da günümüzün büyük bir bölümü, yollarda çılgınca bir kalabalığın içinde, akıntıya kapılıp sürüklenerek geçiyor. Böylesi zorunlu bir kalabalığın içinde olan birçok kişinin de; sakin, sessiz, doğayla iç içe ve huzurlu bir yerlerde yaşamak isteği taşıdıklarını görüyor ve duyuyoruz. Ben de zaman zaman aynı düşünceleri taşıyorum. Ancak her kaçış yeni bir başlangıcı da beraberinde getiriyor. İstanbul’un kalabalığından uzaklaşma isteği beni, sesiz ve sakin doğa görünümlerini ele aldığım resimler yapmaya yönlendirdi. Bu resimlerimi oluşturma sürecinde zihnimden gelip geçen birkaç kelimenin ise kitaplarını severek okuduğum, İngiliz yazar ve şair, Thomas Hardy’nin yazmış olduğu “Çılgın Kalabalıktan Uzak” romanının isminde birleşmiş olduğunu fark ettim. Ağustos ayının son gününde açmış olduğum sergimde yer alan bu resimleri en doğru olarak “Çılgın Kalabalıktan Uzak” isminin ifade edeceğini düşündüğüm için sergimin ismi de bu oldu. “Gündelik Yaşamın Kıyısında” isimli sergim ise bir önceki sergimin devamı niteliğinde yapmış olduğum resimlerden oluşmaktadır. Bu sergimin özünde ele aldığım konular, günlük yaşamımız içerisinde her gün, her an karşılaşabileceğimiz sahnelerden oluşuyor. Ancak bu sahneler kent merkezinde değil, kentten uzak mekânlardaki sahneler, yani “periferi”deki. Konumun temeli olan günlük yaşam ve periferi’yi bir araya getirdiğimde ise Fransızca kökenli olan bu kelime yerine, Türkçe karşılığı olan kıyı, kenar ve çevre kelimelerinden birini kullanmayı uygun gördüm ve böylece “Gündelik Yaşamın Kıyısında” ismi ortaya çıktı. Yani Kentten uzakta, kentin çevresinde, kentin kıyısında olan mekânlar ve konular…
H.K.: Yeni serginizin adı “Gündelik Yaşamın Kıyısında” serginin oluşma sürecini öğrenebilir miyiz?
B.P.: Aslında birbiri ile bağlantılı olduğu için yine önceki sergimden başlamam daha doğru olacak sanıyorum. Geçen yıl 12-24 Mart tarihleri arasında Bulgaristan-Varna’da, Pinelo Art Gallery’nin öncülüğünde Boris Georgiev City Art Galeri’de kişisel sergim açılacaktı. Resimler, vize, davetiye her şey hazırdı. Ama tam yola çıkacağımız günün gece yarısında Türkiye’de ilk Covid-19 vakasının görüldüğü açıklandı ve yurt dışından dönenlere de 14 gün boyunca evlerinde kendilerini izole etme zorunluluğu getirildi. Akademisyen olduğum için dönüşte 14 gün üniversiteye gitmemek tüm derslerimi ve sınavlarımı aksatacaktı. Bu nedenle son dakikada maalesef Varna’ya gidemedim ve sergim de bu nedenle iptal oldu. Nisan ayında ise daha önceden planladığımız üzere, üniversiteden 3 hoca arkadaşımla birlikte Kadıköy’de bir galeride grup sergisi açacaktık. O sergimizi de, Covid 19 nedeni ile olmasa bile, çeşitli mecburi sebeplerden dolayı iptal ettik. Bu durumda ben bu sergiler için zaten hazırlık yapıyordum ve çalışmış olduğum resimleri sergilemek istiyordum. Covid 19 salgını nedeni ile sergilenmesi iptal olan tüm bu çalışmalarım da yaz sonunda Pinelo Art Gallery’nin sahibi Cem Aggelos ÜSTÜNER beyin desteği ile “Çılgın Kalabalıktan Uzak” isimli sergimde Pinelo Art Gallery’de ve galeri ile eş zamanlı online olarak da izleyiciler ile buluştu. O dönemde içinde bulunduğum yoğun çalışma temposu ile birlikte yeni resimler de ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu başlangıç “Bakraç Sanat Galerisi” ile tanışmama öncülük ederek “Gündelik Yaşamın Kıyısında” isimli sergimin oluşumuna kaynaklık etti. Resimlerimi oluşturma sürecini düşündüğümde, bu sürece etki eden çeşitli etkilenimlerin olduğunu söyleyebilirim. Bu etkilenimlerin başında Sait Faik ABASIYANIK’ın öyküleri ile onun öykülerindeki balıkçılar ve bu balıkçıların yaşamlarından edindiğim izlenimler yer almaktadır. Bu izlenimlere ek olarak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki lisansüstü eğitimim döneminde danışman hocam olan Prof. Aydın AYAN’ın balıkçılar ve balık ağları konusunu ele aldığı resimleridir. Aydın hocamın bu resimleri de benim severek izlediğim ve bana yol gösterici olduğunu düşündüğüm kaynaklar arasındadır. Tüm bu etkiler ile hayalimde oluşan sahneleri İstanbul’un “periferi” sinde, kıyısında buldum. Balıkçıları günlük doğal yaşamları içerisinde tekneleri ile uğraşırken, balık dönüşünde kasalara balık doldururken, balık ağlarını toplarken ya da aralarında sohbet edip dinlenirken geçirdikleri zaman dilimleri ile yaşamlarının bir parçası olan barınaklarını, yere serilmiş balık ağlarını izlemek ve gözlemlemek resimlerimin kaynağını oluşturdu. Pandemi ile gelen mecburi evde oturma sürecinde ben şehrin kıyısındaki huzurlu yaşamların hayali ile bir yandan resim yaparken bir yandan da dinlediğim radyo tiyatrolarının eşliğinde huzur buldum ve sonuçta “Gündelik Yaşamın Kıyısında” resimleri ortaya çıkmış oldu.
H.K.: Sergide farklı zamanlarda yapılmış eserler var. Bu sergide işlediğiniz temaları açıklayabilir misiniz?
B.P.: Bu sergimde toplam 37 adet eserim yer alıyor. Bu eserlerden 6 adeti desen tadında karışık teknikle yapılmış çalışmalar, 2 adeti metal gravür, 1 adeti taş baskı ve 28 adeti de boya resimden oluşuyor. Yine bu resimlerin 27 adeti 2019’dan bu yana yaptığım çalışmalar. Ayrıca, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Yüksek Lisans eğitimime başladığım 2006 yılından itibaren Sanatta Yeterlik mezuniyetim olan 2016’ya kadar ki 10 yıllık süre içerisinde yapmış olduğum çalışmalarım arasından seçtiğim 10 adet eserime de, özellikle sergimi ziyaret eden öğrencilerimin, bugüne kadar resim alanında geçtiğim süreçlere tanıklık etmeleri açısından, yer verdim. Serginin geneline bakıldığında günlük yaşam konularının ele alındığı eserler yer almaktadır. Kitap okuyan, uykuda olan kadın figürleri, balık kasaları taşıyan, balık ağı ören, öğle molası vermiş dinlenen balıkçılar ile balıkçı barınakları, balıkçı tekneleri, renk blokları halindeki duran balık ağları ile doğa görünümleri ve mevsimleri anlatan konular bu sergide işlediğim resim temaları arasında.
H.K.: Sergide genelde farklı zaman ve mevsim manzaraları var. Özellikle doğaya odaklanmanızı nasıl değerlendirmeliyiz?
B.P.: Doğa’nın İlkbaharda uyanışı ile mutluluk veren, yaz aylarında parlak gün ışığı altında neşeli, sonbaharda büyüleyici ve kışın karlı günlerinde huzur verici görünümleri ile içimde farklı zaman ve mevsim dilimlerinde uyandırdığı duygular, beni doğayı her hali ile resmetmeye yönlendiriyor.
Her ne kadar kent merkezinde yaşasam da, doğayı izlemek, doğayı dinlemek, doğada yürümek ve doğa ile baş başa kalmak benim için büyük bir öneme sahip. Ben, Amasya’nın bir ilçesi olan Merzifon’da doğup büyüdüm. Ailem orada yaşıyor. Küçükken Merzifon’da bir bağımız vardı ve havalar iyi olunca hemen hemen her hafta sonu anneannem bizi bir fayton tutarak bağa götürürdü. Tüm günümüz orada geçerdi. İlerleyen dönemlerde babam öğretmenlik mesleğinden emekli olunca doğup büyüdüğü köyün hemen bitiminde bir tarla satın aldı. Oraya yüzlerce ağaç dikti ve orayı küçük bir ormana dönüştürdü. Babam bahçeyi sularken ağaçların altında saatlerce oturur ağaçları izler ve doğayı dinlerdi. Ben de yıl içerisinde mesleğimden dolayı fazla zaman bulamasam da, yaz aylarında imkânım oldukça oraya gidiyorum. Ne Yazık ki geçen yıl kış giriminde (2019’un sonları) Babam Mustafa Pehlivan’ı kaybettik. Buna paralel olarak doğa bana babamı hatırlatıyor. Doğa resmi yaptıkça, babamı daha çok yanımda hissediyorum ve bu beni rahatlatıyor… Hatta ilerleyen dönemlerde babamın bahçesini konu alan resimler yaparak, babama ithafen bir sergi açmayı da düşünüyorum.
H.K.: Resimlerinizi yaparken nelerden faydalanıyorsunuz?
B.P.: Gezdiğim, gördüğüm yerlerden çektiğim fotoğraflar, sanat tarihindeki sanatçıların yapıtları, okuduğum kitaplar, dinlediğim müzikler, izlediğim ve dinlediğim tiyatro oyunları ile sinema filmleri hayal gücümü besleyen ve resimlerimin oluşumuna katkı sağlayan etkenler arasında. Bununla birlikte çekmiş olduğum fotoğraflardan hazırlamış olduğum kompozisyon kurguları ile bu kurgulardan yola çıkarak yaptığım desen ya da boya eskizler de resimlerimin alt yapısını oluşturuyor.
H.K.: Sanatta Periferi ve merkez konusunda düşünceleriniz?
B.P.: Sanatsal üretimler açısından düşünürsek periferi ya da merkez fark etmez bence. Kişi çalışma düzenini kurduktan sonra her yerde sanatsal üretimini gerçekleştirebilir. Ancak sanat tarihine baktığımızda birçok ressamın da daha üretken olmak için Periferi’ye gitmiş olduklarını görüyoruz. Bunlardan birkaç örnek vermek gerekirse, Post Empresyonist ressamlardan Van Gogh merkezden uzaklaşma ve resme daha iyi adapte olma, daha çok resim yapabilme arzusu ile Arles’e, Gauguin Tahiti’ye, Cezanne ise hayatının son dönemlerinde St.Victorie Dağı’nın resimlerini yapmak için merkezden uzaklaşarak periferi’ye gitmişti. Bu durumda belki de sanatsal açıdan daha iyi odaklanmak, konsantrasyonu gücünü arttırarak daha sakin çalışabilmek açısından periferi önemli bir yer tutuyor olabilir. Ancak bu sadece üretim açısından geçerli diye düşünüyorum. Sanatsal üretimleri sunmak, sergilemek ve sanatseverler ile buluşturmak içinse merkezin önemi göz ardı edilemez. Türkiye açısından düşünüldüğünde, ne kadar sanatsal üretim yapılırsa yapılsın başta İstanbul, sonrasında Ankara, İzmir gibi büyük kentler ve yaz aylarında da Bodrumdaki sanat ortamı ile sıkı bir bağ içerisinde olmak, hatta mümkünse orada sürekli bir düzeninin bulunması çok önemli. Sanat ortamı ile bağlantı kurulmadığı sürece periferi’de üretilen sanat eserlerinin varlığını ortaya çıkarmak pek de mümkün olamıyor. Tabi günümüzde internet ortamında ile tüm dünyaya ulaşabilme kolaylığı var. Başta instagram olmak üzere, online galeriler, online sergiler, online müzayedeler sanat ortamında önemli bir yere sahip gibi duruyor. Şu gülerde kim nerede olursa olsun sanat yapıtlarını İnternet üzerinden sergileyebiliyor ve bütün dünya da bu sergileri anında izleyebiliyor. Ancak sadece online ortamda var olmak ne kadar yeterli, ne kadar kalıcı bunu da düşünmek lazım!
H.K.: Türkiye’deki resim sanatını manzara resmi açısından değerlendirirseniz, neler söylersiniz?B.P.: Şeker Ahmet Paşa ve Hüseyin Zekai Paşa gibi Türk resim sanatının temel taşları arasında sayılan ve askeri okul kökenli olan ressamların resimlerinde doğa gözlemine dayalı çalışmayı ön planda tuttukları ve daha çok manzara türüne eğildikleri görülmektedir. Hemen hemen aynı yıllarda etkinlik gösteren ve yine askeri okul kökenli olan, sonraları “Türk Primitifleri” ya da “Türk Foto Yorumcuları” olarak da adlandırılacak olan, bir grup askeri okul kökenli ressam da fotoğrafı temel alarak yaptıkları Yıldız Sarayı ve çevresindeki park, bahçe ve köşkleri konu alan manzara resimleri ile ön plana çıkmıştı. Yine asker ressamlardan olan Hoca Ali Rıza yağlıboya, suluboya ve desen tekniği ile yaptığı resimlerinin büyük bir çoğunluğunda İstanbul’un Üsküdar, Çamlıca, Çengelköy, Beykoz, Paşabahçe ile Boğaziçi ve çevresi gibi o zamanlarda çok daha yeşil olan mekânlarını resmetmesi ile bir manzara ressamı olarak ön plana çıkmıştı. Hoca Ali Rıza ile birlikte aynı yıllarda etkinlik gösteren ve Türk resim sanatında Tanzimat ile başlayan kuruluş dönemi ile “Türk İzlenimcileri” ya da “1914 Kuşağı Ressamları” olarak da adlandırılan kuşak arasında biçimsel ve üslupsal açıdan bir geçiş dönemi sanatçısı sayılan Halil Paşa’da Türk resim sanatındaki manzara konusunu ele aldığı resimleri ile askeri okul kökenli ressamlar arasında önemli bir yere sahiptir. “Türk İzlenimcileri” ,“1914 Kuşağı” ya da “Çallı Kuşağı” olarak da adlandırılan ve Sanayi-i Nefise Mektebi Alisi’nin ilk mezunlarından olan bu kuşak ressamları da desen, poşad ya da tuval üzerine yağlıboya tekniğindeki çalışmalarının birçoğunda İstanbul ve çevresini konu alan manzara türünde eserler üretmişlerdi. Bu açıdan bakıldığında, Osmanlı’da Tanzimat’ın ilanı ile başlayan batılılaşma hareketleri çerçevesinde, doğa gözlemine dayalı ışık-gölge ve perspektif kurallarına uygun olarak yapılan tuval resimlerinde manzara konusuna büyük önem verildiği görülmektedir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise yine bu tercihin devam ettiği ve 1950’lere kadar devlet desteği ile sürecek olan “Yurt Gezileri” programlarında da Türkiye’nin çeşitli şehirlerinden manzara türünde resimler yapıldığı görülmektedir. Günümüzde ise her türlü teknik özgürce denenmekte, çalışılmakta ve hiçbir konu sınırlamasına bağlı kalınmamaktadır. Manzara konusunun ise ister doğa, ister kent manzarası olsun sanatçılar tarafından tercih edilmeye devam edildiği, farklı üslup ve yaklaşımlar ile yorumlandığı gözlemlenmektedir