Çağla Akıncı Uysal, “Yüzler ve Gizler” Üzerine Dilek Karaaziz Şener ve Ulaş Değirmenci’yle Görüşme

Share Button

Av. Ulaş Değirmenci’nin resim koleksiyonundan seçkilerle oluşturulan sergi “Yüzler ve Gizler” ismiyle 16 Kasım 2022 – 10 Şubat 2023 tarihleri arasında CerModern’de sanatseverlerle birlikte. Küratörlüğünü Dilek Karaaziz Şener’in üstlendiği, “Yüzler ve Gizler” adıyla hazırlanan resim koleksiyonu seçkisi, Türkiye’nin modern ve çağdaş sanat eserlerini bir araya getiriyor.

Sergide; Abidin Dino, Adnan Turani, Alaettin Aksoy, Avni Arbaş, Burhan Doğançay, Burhan Uygur, Cihat Burak, Devrim Erbil, Eren Eyüboğlu, Ergin İnan, Fahrelnissa Zeid, Fikret Mualla, Hakan Gürsoytrak, İbrahim Balaban, Komet, Mehmet Güleryüz, Mevlut Akyıldız, Mustafa Ata, Naile Akıncı, Nedim Günsur, Neş’e Erdok, Neşet Günal, Nuri Abaç, Nuri İyem, Nurullah Berk, Orhan Peker, Oya Zaim Katoğlu, Ömer Kaleşi, Ömer Uluç, Özdemir Altan, Selma Gürbüz, Şadan Bezeyiş, Şükriye Dikmen, Turan Erol, Turgut Zaim ve Yüksel Arslan’ın eserleri yer alıyor.

Serginin küratörü Dilek Karaaziz Şener ve koleksiyoner Ulaş Değirmenci ile koleksiyona dair öyküleri ve sergiyi konuştuk.

Çağla Akıncı Uysal: Hocam koleksiyondaki eserlerin ilk kez sergilendiğini biliyoruz. Peki siz sergideki eserlerle ne zaman tanıştınız ve sergi fikri nasıl doğdu?

Dilek Karaaziz Şener:  İlk olarak Ulaş Değirmenci’nin CerModern’le yani Zihni Tümer’le olan iletişimi ile birlikte bir araya geldik. Zihni Tümer’in ‘Ne dersin koleksiyona bakar mısın?’ diye araması ve telefon aracılığıyla öncelikli olarak Neşe Erdok, Mevlüt Akyıldız, Avni Arbaş gibi isimlerin resimlerini iletmesi üzerine-ben isimleri de bildiğim için ve tarihimizdeki yeri de gerçekten çok değerli isimler-tabii ki dedim, yani çok etkilendim. Özellikle bakalım daha neler var deyip burada Ulaş Değirmenci, Zihni Tümer’le birlikte küçük bir toplantı yaptık. Onun sonrasında da Ulaş Bey’in bürosunda ve evinde olan resimleri kaydetmeye, incelemeye başladık. Koleksiyonu tanıdıkça ve içselleştirdikçe sergi fikri yavaş yavaş oluşmaya başladı. Tabii ki burada koleksiyonun içeriği ve koleksiyonerin kendi koleksiyonunu nasıl yaptığı da benim için önemliydi. Bu açıdan baktığımızda figürü tercih etmesi ve özellikle bazı sanatçılar üzerinde yoğunlaşması-ki bunların içerisinde Neşe Erdok ve Fikret Mualla öncelikli olarak geliyor-tabii ki güzel bir sinerji yaratıyor. O sinerjiyi koruduk ve kısa sürede de sergi yapabilir miyiz diye baktık. Sergi sezonunun çok başındaydık ve hemen hemen bütün programlar yapılmıştı- özellikle de CerModern gibi kurumsal mekânlar için geçerli bu-sergiyi biraz daha öne çekebilir miyiz, sezon başı olabilir mi diye düşünürken de Kasım ayında gerçekleştirmeye karar verdik. Yani koleksiyonla tanışmam, Ulaş Bey’i tanımam Eylül ayında oldu, sonrasında da gelişen süreçte gerçekten çok hızlı çalışarak ve hızlı hareket ederek koleksiyonu sınıflandırıp envanterleyip tek tek belgeleyip görsellerini çektik. Görseller için bütün koleksiyon tek tek sarılarak itinayla Cer Modern’in kuzey hanlarına taşındı ve bu hanlar içerisinde kendimize bir çalışma platformu oluşturduk. Çalıştıkça koleksiyonu tanıyorsunuz ve koleksiyonu tanıdıkça serginin kavramsal metni ve başlığı ortaya çıkmaya başladı. 16 Kasım’da da sanatseverlerle koleksiyoncuyu ve bu koleksiyonu CerModern’in ana salonunda buluşturduk.

Çağla Akıncı Uysal: Çok da güzel olmuş hocam iyi ki buluştuk. Peki koleksiyonda olup sergilenmeyen eserler var mı?

Dilek Karaaziz Şener:  Tabii ki. Koleksiyondaki bütün sanatçıların eserleri sergilendi. Sergide yer alacaklar ne oldu diye bakarsak bir kritere bağlı değil tabii ki bu. Hani sanatçının bu işi olsun, şu işi olmasın diyemiyoruz. Çünkü bu koleksiyonun özelliği özellikle Türkiye resminin kilometre taşlarından oluşması. 37 sanatçının eseri var bu sergi salonunda. Bu otuz yedi sanatçının yaşam öyküsüne baktığınız zaman bizim plastik sanatlar tarihimizde, tabii ki sanat tarihimizde çok önemli yerleri var. Bu nedenle seçki yapmak gerçekten zor ama eğer bir sanatçının birden fazla eseri varsa o eserlerin kronolojisi, belli bir öyküsünün olması, koleksiyonerin koleksiyonuna katarken yaşadığı heyecanla ya da daha önce hiç sergilenmemiş eserler var mı sorusuyla yaklaşıyorsunuz koleksiyona. Bu yaklaşım zaten seçkinin oluşmasında önemli bir rol oynuyor. Cevapları da yavaş yavaş bulmaya başlıyorsunuz. Ama bu, tamamıyla koleksiyonla ne kadar iletişime geçtiğinizle ilgili olan bir şey. Yani koleksiyon burada ben içinden seçeyim, işte sergiyi kuralım değil. Koleksiyoncunun yaklaşımı ve tabii ki kurumun da kendi içerisindeki dinamikleri – kurumdaki genç sanat tarihçiler, Zihni Tümer’in yaklaşımı-sergi mekânının ne istediği önem taşıyor.

Ulaş Bey’in koleksiyonu yaklaşık olarak 140 eserden oluşuyor ve zaten belli isimler üzerinde yoğunlaşıyor. Öncelikli olarak Neşe Erdok, Mehmet Güleryüz ve Fikret Mualla eserleri çoğunlukta. 84 eseri ilk başta seçtik. Ulaş Bey’in koleksiyonunda yaklaşık yirmi iki, yirmi üç Neşe Erdok, on yedi tane Fikret Mualla, yedi tane de Mehmet Güleryüz resmi var. Bunların hepsini sergilemeyi tercih ettik.  Ama Neşe Erdok ve Fikret Mualla içinden küçük bir seçki yaptık: Dört adet. Özellikle iki tane resim var 1970’li yıllara ait-1965 tarihli Neşe Erdok’un- bu eserlerin yer alması bizim için önemliydi. Daha sonrasında da bir Neşe Erdok koridoru oluşturduk Neşe Hanım’ın özellikle 1990 sonrası eserlerinde ön plana çıkan ve figür bağlamında-tüm resimleri figür ama-hani farklı kişilik, farklı kimlikler, tekil, ikili ya da Suriye gibi mesela yoğunlaştığı konular üzerinde durarak.

Çağla Akıncı Uysal: Siz de değindiniz hocam zaten genelde figüratif resimler var. Serginin adında sanırım bu etkili oldu?

Dilek Karaaziz Şener:  Evet. Tercih bu yönde.  Burada yüzler var, portreler var. Bizim için bu yüzleri buluşturmak önemliydi. Serginin adı da bu minvalde gelişti, ‘Yüzler ve Gizler’ diye. İsim zaten kendini ortaya koymuştu. Ben koleksiyonu ilk izlediğim zaman hep yüzler bana bakıyordu. Bir salon var. Salonda resimleri yan yana koyduk. Hepsi paketliydi. Ve ilk ön çalışmayı, ön belgelemeyi yaparken yüzler bakıyordu. Yüzlerle birlikte tabii ki Ulaş Bey’in hikâyeleri ortaya çıkmaya başladı. Yani resimleri alırken ilk izlenimi, ilk heyecanı nasıl başladı. İlk Nuriye İyem ismiyle başlıyor koleksiyonunu yapmaya,  o da yüzlerden oluşuyor sonuç olarak. Nuriye İyem Türk resminde gerçekten kilometre taşı isimlerden birisi ve onun yüzleri beni de sanat tarihçisi olarak çok etkiliyor. Sonrasında koleksiyonerin kendi hikâyeleri, o hikâyelerle birlikte tabii ki-buradaki eserlerin birçoğu ya şahıs koleksiyonlarından ya müzayedelerden-gerek yurt içi gerek yurt dışındaki müzayedelerden- ya da direkt sanatçıdan alınan eserler. Şimdi böyle olunca da koleksiyoncuyla sanatçı arasında ayrı bir hikâye, koleksiyoncuyla müzayede arasında ayrı bir hikâye, resmin oluşumunda kendi üzerinde taşıdığı bir hikâye var yani Mevlüt Akyıldız’ın deve güreşinden tutun da Alaattin Aksoy’un resmi ya da Hakan Gürsoy’un ‘Jakobenler’i veya Nuri İyem’in portreleri, ya da Cihat Burak’ın resmi. Şimdi bu hikâyeleri harmanlıyorsunuz ve sonuçta yüzler onunla birlikte de izler tabii ki. İzler de bellekteki izler ve öykülere aslında bir gönderme. Belki çok tanıdık terimlerden oluşuyor bu serginin ismi ama zaten bu resimler de yaşamın içinde. Ve birçoğunun üzerinden çok uzun zaman geçmesine rağmen hâlâ nefes alıp veriyorlar. Ben şuna inanıyorum, sanat eseri almaya başladığınız zaman, o eser evinize girdiğinde yaşayan bir organizmadır artık. Sizinle birlikte yaşar, sizinle birlikte uyur, uyanır. Bakışırsınız, iletişime geçersiniz, konuşursunuz. Hatta bazen-ben kendimden biliyorum-sırlarınızı paylaştığınız sessiz bir tanığa dönüşmeye başlar. Bu açıdan da yani koleksiyonun yaşaması ve bu koleksiyonun da özellikle kamusal alanda paylaşılması mekânda da birçok hikâyenin iz bırakmasına olanak sağlayacaktı. Bu nedenle ‘Yüzler ve Gizler’ galiba en doğru isimdi. Hani bizden olan bizimle birlikte yaşayan yüzler. İletişim kurabilmek için birbirimizin yüzüne gözlerine bakarız değil mi? Yaşamımıza iz bırakıyoruz yapacaklarımızla ya da yaptıklarımızla. Bu benim için çok önemli.

Çağla Akıncı Uysal: Koleksiyon sergilerinde koleksiyonerin seçtiklerine/zevklerine tanık oluyoruz. Ama koleksiyonerin seçtiklerinin yanı sıra onların bize sunuluş biçimi de tabii ki tüm estetik deneyimimizi değiştirebiliyor.  Eserlerin sergi içerisindeki yerleşimini ve sıralamasını neye göre belirlediniz? Ve bu yerleşimde bizim için hani nasıl bir sunum hedeflediniz?

Dilek Karaaziz Şener:  Zaten mekân size bir sergiyi nasıl nasıl kurmanız gerektiğini söylüyor. Mekânı dinlemeniz çok önemli. CerModern benim için çok değerli bir mekân. Ankara için çok değerli her şeyden önce bundan bahsetmek gerekiyor. Bu mekânın sunduğu imkânlar doğrultusunda da sergi salonuna girdiğimiz andan itibaren neyi nereye koyacağınız, nasıl yerleştireceğiniz veya nasıl bir rota izleyerek izleyenlere koleksiyonu en iyi şekilde tanıtacağınız önem taşıyor. Bu sergide dikkat ederseniz çok fazla levha, yazı olsun istemedik. QR kodlar kullandık. Sanatçıların yaşam öyküleri ve genel olarak üsluplarıyla ilgili olarak değineceğimiz noktalar vardı. Bunlar üzerine çalışıldı ve bunlar hayata geçirildi. Öte yandan her isim kendi hikâyesini kendi söylüyor zaten mekânda. Bu nedenle kronolojik olarak gitmekten ya da hani sanat tarihimizin başat isimleri şeklinde -hepsi başat isimler sonuçta-birini ön plana çıkarıp bu en iyisidir koleksiyonun demek yerine aslında hepsinin kendi mekânını yaratmaya çalıştık. Mekân içerisinde esere mekan yarattık. Renk olarak da-son zamanlarda mekânlar çok renkli kurgulanıyor-müzeler renkleniyor, sergi mekânları renkleniyor, duvarlar rengarenk. Fazla rengin olduğu sergiler bir süre sonra serginin kavramını ve sergideki eserleri sanki böyle gölgeliyormuş gibi bir his uyandırıyor bende gezerken. Hani duvarlara bakıyorsunuz direkt ya da renge bakıyorsunuz. Duvarlarda farklı semboller, desenler ya da peyzaj içinde peyzajlar, figür içerisinde figürler kullanılıyor. Bu bir süre sonra yoruyor. Bu nedenle bir palet seçtik. Bu palet de ortak bir palet olsun dedik. Bütün resimleri karşınıza koyup incelediğinizde bu resimlerde ortak renkler nelerdir ona baktık ve grafik tasarımımızı, mekânın görsel iletişimini sağlayan renkleri de bu palet üzerinden seçtik. Gri, bordomsu ya da kavuniçi renkler baktığınız zaman zaten bütün resimlerdeki ortak palet olarak karşımıza çıkıyor, ortak baskın renkler. Bunu görmek bile çok önemli mekânın renk dilini yaratmak açısından. Bu nedenle bu renk dilini yaratırken boyanın izlerini takip ederek mekândaki kurguyu oluşturduk. Sonrasında tabii ki kâğıt üzerinde bir planlama yapılıyor, planlamayla birlikte de mekânda bir yerleşim, bir ön çalışma mümkün. Ama sonrasında mekâna girdiğiniz zaman hani söylemiştim ya eserler yaşayan bir organizmadır diye yani  bu yaşayan organizma size diyor ki, senin kâğıt üzerinde yaptığın değil de benim istediğim yer daha uygun. O yüzden küçük değişiklikler yaptık. Bu yine ortak akıldı, küratörün iktidarı söz konusu değil burada. Biz ortak akılda kolektif çalışarak hareket etmeyi seven bir ekip olduk. Herkes birbirine her şekilde düşüncesini söyleyerek fikrini ortaya koyarak ortak dilde buluştu bu sergiyi kurarken. Bu da güzel bir yaklaşım. O zaman mekân kendi başına kendi diliyle ve bizim dilimizle buluşuverdi. Ben özellikle bu ana salondaki şu büyük duvarı çok seviyorum, hep yüzlerden oluşsun dedik ve portrelerle yüzler karşılıyor sanat severleri. Aralara tabii ki birbirleriyle okumalar da yerleştirdik. Bu okumalar içerisinde bir Cihat Burak’la Yüksel Arslan’ın yan yana gelmesi… İkisi de kendi alanlarında aslında hiciv ustaları. İkisi de birbirlerinden farklı değiller hani resimlerin alt okumalarını yaptığınız zaman. Onların buluşması bizim için önemliydi. Ya da Oya Katoğlu’yla Turgut Zaim’in yan yana olması ve  Turgut Zaim’le Turan Erol’un karşılıklı olması, birbirlerini okumaları. Öte yandan Orhan Peker’in Ankara Kalesi’nden genel bir anlatımı vardı. Bu resmin yanına Avni Erbaş’ın atlısını koyduk. Ama bu sergi enteresan oldu. Koleksiyon hâlâ yaşamaya ve gelişmeye devam ediyor. Bu süre zarfında da koleksiyona yaklaşık beş eser eklendi. Ve bu beş eserden bir tanesi Orhan Peker’in Kanada’dan gelen bir resmi. O Kanada’dan gelen resmi de Orhan Peker’le yan yana koyduk. İki Orhan Peker’i yan yana buluşturduk. Ve 1972 yılından sonra ilk defa Ankara’da yeniden sergileniyor. Bir diğer taraftan da koleksiyona katılan Turgut Zaim… Turgut Zaim’in sergilenmesi için de dün yeniden mekânda bir mekan yarattık ve iki Turgut Zaim’i yan yana getirip kızıyla birlikte kendi içlerinde bir okuma sunduk. Diğer iki eser de Abidin Dino ve Avni Erbaş’a ait. Bu süre zarfında hani koleksiyona giren beş eser demiştim. Onları da belki bir başka süreçte başka konseptte belki farklı bir alanda ya da yine aynı mekânda sergileriz diye düşünmekteyiz.

Çağla Akıncı Uysal: Koleksiyona katılan son eser Orhan Peker’in resmi. Bununla ilgili anınızı dinleyebilir miyiz Ulaş Bey?

Ulaş Değirmenci: Bence başyapıtlarından bir tanesi. Ben Ankara Resim Heykel koleksiyonundakileri biliyorum, İstanbul’dakileri biliyorum. İstanbul Moderni biliyorum aynı zamanda. Ama bu konuda bu ebatta anıtsal bir işi pek yok. Özel koleksiyonlarda birkaç böyle resmi var ama bence bu resim bayağı önemli bir resmi. Bir takım internet sitelerinden Türkiye’deki müzayede evlerini takip edebilirsiniz ama tüm dünyadaki müzayedeleri takip etmek mümkün olmuyor. Ben de bunlara abone olurum. İşte takip ettiğiniz ressamları bildirirsiniz. Ve size o ressama ait bir eser müzayedeye çıkıyorsa maille bilgi verirler. Bir gün Kanada’da böyle bir resmin müzayedeye çıkacağını öğrendim. Tabii ebat olarak, konu olarak filan böyle başyapıt niteliğinde inanılmaz bir resim. Tabii çok heyecanlandım sonra müzayedeye katılma kararı aldım. Bir şekilde resim bende kaldı. Sonrasında da hikayeyi öğrenmek istedim açıkçası. Kanada’da ne işi var bu resmin? Çünkü Orhan Peker’in Paris’e gidip geldiği biliniyor. Ne bileyim Japonya’da EXPO’ya katıldığı biliniyor ama Kanada’yla bir bağlantısı yok. Ne oldu? Nasıl gitti filan diye. Sonra resmin sahibinin Kanada’nın eski Ankara büyükelçisi olduğunu öğrendim. Yetmişli yıllarda Orhan Peker’le bir şekilde tanışıyorlar ve onun atölyesinden ya da kendisinden diyelim bu resmi satın alıyor, 71’de de zaten Türkiye’deki görevi sona eriyor ve ülkesine dönüyor. Tabii daha sonra her gittiği yere bu resmi de götürüyor. Fas’ta görev yapmış, işte Fas’a gidiyor. Onunla beraber birkaç defa Fransa’ya gidiyor. Asya’ya gidiyor falan filan. Resim de geziyor. Tabii hep yurt dışında olduğu için bu resmin varlığından kimse de pek haberdar değil. Çünkü retrospektifleri yapılıyor, bu resmi bilinmiyor. Daha önce hiç sergilenmemiş. Böyle bir resimle karşılaşınca biz de hemen bunu ülkeye getirelim istedik. Bu sergi de devam ederken de ilk defa sergilensin istedik. Böyle enteresan bir hikayesi var.

Çağla Akıncı Uysal: Biraz önce Dilek hocayla da bunu konuştuk. Gerçekten sergi süresince de başka hikayeler yazılmaya devam ediyor. Sergi sürecinde yaşadığınız ilginç bir olay var mı? Neleri bekliyordunuz, neleri beklemiyordunuz?

Ulaş Değirmenci: Ankara seyircisinin ilgili olabileceğini tahmin ediyordum ama bu kadar olacağını tahmin etmiyordum açıkçası. Çok güzel geri bildirimler alıyorum ve çok bilinçli izleyiciler olduğunu görüyorum. Ressamların dönemlerini bilen, koleksiyona birtakım eleştiriler getiren ve bu eleştirilerinde haklı olan kişiler olduğunu biliyorum. Tabii bu beni çok mutlu ediyor, hani terbiye edilmiş gözler olduğunu böyle görmek ya da sanat tarihi açısından bilgili kişilerle karşılaşmak. Açıkçası benim için bu durum sürpriz oldu ve çok mutlu etti beni.

Çağla Akıncı Uysal: Bu eserler sergilenmeden önce nasıl bir öyküydü sizin için? Şu an farklı bir öyküye dönüştü mü?

Ulaş Değirmenci: Sergilenmeden önce şu gözle bakıyorsunuz, şöyle bir bakış açım vardı: resimlerim hep benim yakınımda olsun. Çok uzaklaşmasınlar gibi bir düşünce vardı. Sonra bunun aslında bencillik olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü üçüncü kişiler tarafından görülmesi, beğeni ya da eleştiriye tabi tutulması sanat tarihi açısından da aslında önemli bir aktivite. Çünkü buradaki birtakım eserleri müzelere de gitseniz göremiyorsunuz. Sonrasında bu sergi fikri ortaya çıkınca ve insanlarla paylaşınca geri bildirimlerle birlikte çok doğru bir şey yapmışım dedirtti bana. Belki böyle bir değişiklik olmuş olabilir.

Çağla Akıncı Uysal: Siz de az çok değindiniz ama ben yine sorayım. Ankara’nın kuruluşunda kalbinde yer alan bir mekândayız. Yani CerModern’deyiz CerModern’in sergiye etkisi ne oldu? Bir mekân olarak imkânları ve imkânsızlıkları üzerine konuşmak da güzel olur.

Dilek Karaaziz Şener:  CerModern aslında merkezi bir yer oldu artık. On yılı aşkın bir süredir Ankara’da hem uluslararası hem de ulusal birçok sergiye ev sahipliği yapan bir mekân. Covid 19 süresince hepimiz kısıtlandık tabii ki. Hayat duraksaması dediğimiz bir süreci yaşadık ve bu tür mekânların ben nefessiz kaldığını düşündüm. Çünkü mekânlar kendilerine gelen izleyiciyle iletişime geçtiği sürece-özellikle sanat ve kültür mekânları-nefes alır verirler. Bu açıdan da Covid 19 sürecinden sonra ilk defa böylesi büyük ve kapsamlı bir sergiyle yeniden kapılarını açması mekânın yaşadığının bir göstergesi. Gerçekten ilgi çok iyi. Hafta sonu özellikle sergi turları düzenleniyor öğleden sonra buna olan ilgi de çok yüksek. Bugüne kadar bir tane küratörlü sergi turu gerçekleştirdik. Belki Ocak ayı sonuna doğru bir sergi turu daha yaparız bir hafta sonu. Onun dışında bünyesinde çalışan genç sanat tarihçileri sergi turlarında ziyaretçilere eşlik ediyorlar. Bu da güzel bir şey. Gençlerin tanıklık etmesi her şeyden önemli ve bu koleksiyonla sanat tarihi bilgilerini pekiştirmeleri çok değerli bizim için. Çocuk atölyelerine yine ilgi çok yüksek. Bu atölyelerde de özellikle ‘Yüzler ve Gizler’ sergisinin temaları seçildi, porte çalışmaları yapıldı. Fikret Mualla’nın müzisyenleriyle ilgili çalışmalar yapıldı. Peyzajlar çalışıldı. Sanatçı odaklı gidildi,  bir resme nasıl bakılır ya da bir Abidin Dino nasıl bakılır gibi. Hem resim hem de üç boyutlu çalışmalara oldukça yoğun bir ilgi var. Üniversitelerimizden, özellikle güzel sanatlar fakültelerimizden büyük ilgi var. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Fakültesi’nden Halk Bilimi Bölümü Ankara’nın kültürel etkinliklerine hem çok dinamik bir izleyici kitlesiyle dâhil oluyor, hem de analiz ediyor. Öğrencilerin enerjisi, hocalarının enerjisi benim çok hoşuma gidiyor. Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden hocalarımızla birlikte, öğrencilerimiz ziyarete geldiler. Biz de onları ziyarete gideceğiz Ulaş Bey’le birlikte. Ve bir koleksiyon-bir koleksiyoner  öykümüze dair küçük bir sunum yapacağız. Bunu karşılıklı olarak devam ettireceğiz. Bilkent Üniversitesi’nden de ziyaretçilerimiz oldu. Başkent Üniversitesi’nden ziyaretçilerimiz oldu, üniversite öğrencilerimiz ve hocalarımız tabii ki. Ama bunun dışında ortaokul ve lise düzeyinde öğrenci gruplarının gelmesi de bizi çok mutlu ediyor. Bir gelen bir kere daha geliyor. Şu anda benim tanıklık ettiğim sergiyi beş ya da altı kere ziyaret eden kişiler var. Çok değerli ve çok önemli bu bakış açısı. Bakalım bu şekilde devam ediyoruz.

Çağla Akıncı Uysal: Hocam mekândan, yerleşiminden konuştuk. Peki sizce bu koleksiyon sizin küratörlüğünüzde nasıl bir öyküye dönüşmüş oldu?

Dilek Karaaziz Şener:  Bir kere tanınmış, bilinmiş oldu. Bu benim açımdan çok önemli. Ama ben olmasaydım da koleksiyon belki de kendini gösterirdi, tanıtırdı. Bir başka küratörün de ben hakkıyla bu koleksiyonu değerlendireceğine inanıyorum. Fakat şöyle bir durum var, gerçekten bu koleksiyonun koleksiyoncusu çok özel bir insan, çok heyecanlı bir kere, çok genç. Frekans önemli oluyor bazen, karşılıklı güvenin oluşması önemli oluyor bu tür sergilerin tanınmasında ve bilinmesinde. Zaten sanatçılar çok iyi sanatçılar – Mevlüt Akyıldız, Avni Erbaş, Fahrelnissa Zeid, Nuri İyem, yani Burhan Uygur, Eren Eyüboğlu,Oya Katıoğlu, Turgut Zaim- bu sanatçıların bir kere benim kendi eğitim yaşamımda çok değerli yerleri var: çünkü ben Ankara Resim Heykel Müzesi’nde öğrencilik yıllarımı geçirdim Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Sanat Tarihi Bölümünde okurken. Hepsi benim için ayrı bir değer olan  sanatçıların olduğu bir koleksiyonun küratörü olmak çok çok daha farklı bir deneyim. Bu bana çok büyük heyecan verdi. Yani bugüne kadar ben çok sergi yaptım. Çok sergiyi, sanatçıları, özellikle genç sanatçıları bir araya getirdim ama bu sergi çok daha farklı bir deneyim kattı benim yaşamıma. Biraz da galiba mezun olduktan sonra mesleki yaşamımda sanat galericiliği deneyimimin olması. On üç yıllık bir süreçti o. On yıllık bir Milliyet Sanat Ankara sergilerinin bir yazım hayatımın olması ve hep bu sergilerle olmam, doksanlı yılların özellikle Ankara sanat atmosferine hâkim olmak yani bunlar hep tabii ki avantaj. Bunları tekrardan yaşamak, tekrardan ortaya koymak yeni baştan deneyimlemek. Çünkü benim de kendi anılarım, öykülerim var bu koleksiyondaki sanatçılarla ilgili olarak. Sanatçıları tanımamış olsam bile koleksiyondaki birçok sanatçının varisçileriyle ya da koleksiyonunda yer alan başka bir koleksiyoncuyla olan ya da koleksiyoncularla olan iletişimim var. Sanat galerileriyle olan iletişimim… Örneğin en çok heyecanlandığım nokta bunu özellikle belirtmek istiyorum: Nuri İyem. Nuri İyem’i ben sanat tarihinde çok iyi tanıyorum ve benim için çok değerli. Nuri İyem’in oğlunu ve gelinini tanıyordum Evin Sanat Galerisi’nden. Evin Hanım’ı kaybettik mekânı cennet olsun ama ben Evin Hanım’ın oğlunu tanıdım, Osman Nuri İyem’i. İstanbul’dan gelip sergiyi ziyaret etti, hem Evin Galerisi’nin gerçekten genç jenerasyonunu tanımaktan ve Nuri İyem adı altında ve Evin Sanat Galerisi adı altında buluşmaktan, onun anılarını dinlemekten ayrı bir heyecan duydum hem de bana yeni bir yol açtı, yeni bir kapı açtı uzun zamandır benim üzerinde durduğum- serde galericilik de olunca, gerçi 2005 yılından beri yapmıyorum yapmamaya da kararlıyım zaten. -Böyle bir iddiam da yok, hani yaptım bitti. Bana çok şey kazandırdı sanat galerisi çalışma hayatım, ki 13 yıl dile kolay, hiç kesintisiz. Böyle baktığım zaman evet  bunu deneyimlemek çok güzel ama onun yanında da yeni jenerasyonu çok önemsiyorum ben. Özellikle bir sanat galerisi yirmi yılı aşkındır otuz yılı aşkındır hiç kesintisiz olarak Türkiye’de gerek İstanbul olsun gerek Ankara olsun kapılarını açık tutabiliyorsa –bir şekilde galerinin kurucuları hayatımızdan gitmiş olabilirler -hepsinin mekânı cennet olsun- sonrasında devam eden nesli yani çocukların devam ettirmesini çok önemsiyorum ben. Siyah Beyaz beni çok heyecanlandırıyor örneğin. Sera Sade ve Deniz Artum gerçekten bu işi çok iyi yapıyorlar ve Ankara için çok önemli galeriler. O ikinci jenerasyon  galerinin hem adını hem kuruluş misyonunu koruyup hem de o halkada kendi karakterlerini ekleyerek devam ediyorlar. Bu nedenle Evin Sanat Galerisi’nden Osman Nuri İyem’le tanışmak ve onunla ikinci jenerasyon olarak Evin Sanat Galerisinde Nuri İyem’i, Nasip İyem’i konuşmak, belki de bu sergi için en önemli ve beni heyecanlandıran  deneyimlerimden birisi oldu diyebilirim. Neşe Erdok benim idolüm ve çok seviyorum. Bir Cihat Burak yani bunun nedenini açıklamak çok zor… Hani bazı sanatçıların bazı resimlerinde kaybolmak bambaşka bir tutku aslında. Bir virüs aslında bu benim için, nasıl, nereden yakalıyor beni o sanatçı? Onu bulmam çok güç ama ben Neşe Erdok’un ilk sergilerini Ankara’da Urart Sanat Galerisinde gezmiştim, Cinnah Caddesi üzerindeydi. Çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Hatta çok yağmurlu bir günde sırılsıklam olarak gitmiştim ben sergiye ve iki üç gün kalmıştı sergisinin bitmesine. Heyecanla gezdiğimi hatırlıyorum. Sonrasında da Evin Hanım’ı yanında görmüştüm Evin Sanat galerisinde ve elini sıkmak istemiştim, çok etkilenmiştim. İşte sonra kitaplarını okudum, resimlerine daha çok hâkim oldum. Bir Mevlüt Akyıldız özellikle deve güreşi resmi, gerçekten beni çok etkiliyor, Mevlüt Akyıldız’ın yaşama bakışı sanatına hiç taviz vermeden sahip çıkışı ve çizgisinden ayrılmaması, çok güzel bir  dostluğumuz var, çok seviyorum eşini de kızını da. Ondan dinlediklerim, akademide yaşadıkları, sonraki yaşamından bugüne gelişleri, çok farklı malzemeleri kullanarak, o farklı malzemeler üzerinde aynı çizgide bir üslup benimsemesi… Mesela benim gerçekten objektif olarak bütün düşüncelerimi paylaşabileceğim belki de yegane ressamlardan birisidir Mevlüt Ayyıldız, onu paylaşmak ve burada resmini görmek… Neşet Günal…  Ayrıca şöyle baktığım zaman da galiba Naile Akıncı ‘Haliç’ resmi… Naile Akıncı’nın daha önce galeri yıllarımdan iki kere sergisine tanıklık etmişliğim var, iki veya üç olması gerekiyor. Sonrasında yaşamına tanıklık etmek,  oğlu Cengiz Akıncı’yla olan dostluğun devam etmesi keza  gelini Lale Akıncı’yla olan iletişimimiz yani onun Haliç resmi demek, Eyüp resmi demek, Naile Akıncı’nın portresi demek. Bir kadın sanatçı olarak akademide ayakta durması ve son nefesine kadar elinde fırçasıyla olması, bunlar çok güzel duygular. Eren Eyüboğlu yine aynı şekilde… Hani beni sergide en çok etkileyen resimler bunlardan ibarettir diyebilirim.

Çağla Akıncı Uysal: Son dönemde koleksiyon sergilerinin arttığını görüyoruz belki koleksiyonerliğin de artışıyla. Peki siz koleksiyonların sergilenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dilek Karaaziz Şener:  Sergilenmeli, çünkü kamusal alanla paylaşmak önemli. Koleksiyonlar farklı farklı tabii ki. Özellikle  büyük bir koleksiyonunuz, bir temaya yönelik koleksiyonunuz, bir sanatçının belli bir dönemine ya da bir sanatçının her dönemine ait özel bir koleksiyonunuz varsa. Koleksiyon yapmak çok farklı kategorilerde değerlendirebileceğimiz bir şey. Sadece heykel koleksiyonu ya da seramik koleksiyonu da yapabilirsiniz. Bu koleksiyon sadece resim üzerine yoğunlaşan tercihini bu disiplinden yana kullanan bir koleksiyon, bunların sergilenmesi tabii ki çok önemli. Son zamanlarda koleksiyon sergileri arttı. Bazen öyle eserler oluyor ki… Örneğin bu sergideki Orhan Peker resmi 71-72 yıllarında Ankara’dan yurt dışına gitmiş ve büyükelçiliğiyle birlikte çeşitli şehirleri gezmiş. Sonrasında 2022 yılı Aralık ayında yeniden Ankara’ya dönüp gelmiş. Bu, 72’den 2022’ye kadar Türkiye’de görülmediği anlamına geliyor. Belki bazı kitaplarda yer almıştır ama bunu görmek açısından önemli tabii ki. Resim heykel müzelerimizin de bu açıdan dinamik bir yapıda olması önemli, son zamanlarda özellikle İstanbul Resim Heykel Müzesi ile Ankara Müzesi’nin koleksiyonunu yenileyerek, geliştirerek ve daha titiz, daha disiplinli bir çalışmayla belki de hiç görmediğimiz eserleri sergilemesini çok heyecan verici buluyorum ve desteklenmesi, hepimiz tarafından da gidilip görülmesi ve sahip çıkılması gereken sergiler, kurumsal müzeler olarak bakıyorum. Koleksiyonunu müzeye dönüştürenler de var tabii ki son dönemlerde özellikle Türkiye’de. Yani her koleksiyon müze olur mu? Bunun tartışmasına girmeyeceğim ve herkesin düşüncesi bu konuda çok farklı. Neden olmasın? Eğer bir tane eseriniz varsa örneğin o da Leonardo da Vinci’nin ise tek bir odada mutlaka sergilenir. Kamusal alanla buluşması çok önemli çünkü. Çünkü koleksiyonun, iletişime geçtiği sürece yayılacağına ve tanınacağına inananlardanım ve gerçekten de sanat eseri yaratan kişinin de sanat tarihindeki yerinin değerinin artılarla yazılacağına inanıyorum. Yani artık kabinlerde ya da özel merak dolapları, odalarının içerisinde değil aslında merak sergilerinin ya da koleksiyonlarının içerisinde, kamusal alanda bu nefes alan bütün organizmayla nefes almamız önemli diye düşünüyorum.

Çağla Akıncı Uysal: Peki koleksiyonun başka bir yerde sergilenme planı var mı?

Dilek Karaaziz Şener:  Öyle bir plan şu anda yok. Ama tabii ki koleksiyoncunun kendi düşüncesi… Koleksiyonun başka bir kentte başka bir mekanda sergilemesi düşünülebilir. Neden olmasın diyeyim.

Çağla Akıncı Uysal: Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Dilek Karaaziz Şener:  Ben çok teşekkür ediyorum. İlgi olması, sergiye sahip çıkılması bizim için çok değerli. Çünkü koleksiyon büyük emeklerle oluşur. Benim için bu koleksiyonun değeri -maddi değerinden ya da koleksiyoncunun yaşından çok herkes onu çok merak ediyor çünkü- ve bu değer içerisinde sanat tarihimizdeki değerli sanatçılarımızın eserlerini genç kuşaklarla buluşturmak ve geleceğe  bir cümle bırakmak… Bu açıdan bizim için önemli.

Çağla Akıncı Uysal: Biz teşekkür ediyoruz hem size hem de Ulaş Değirmenci’ye bizi bu sergiyle buluşturduğunuz için.

Share Button

Yorumlar kapatıldı.