Amin Maalouf, Fransa’da yaşayan, Fransızca yazan, Lübnan asıllı bir gazeteci. Ekonomist, sosyolog ve edebiyatçı. Afrikalı Leo (Leon lAfricain), Semerkant (Samarcande) ve Tanios Kayası (Le Rocher de Tanios) gibi güzide tarihî romanların yazarı. Hayatının ilk yarısını Lübnan’da bir Hristiyan (Arap mıntıkasında bir “levanten”), diğer yarısını ise Fransa’da bir Arap (Avrupa toprağında bir “sarazen”) olarak yaşamış bir münevver.
Amin Maalouf Evreni
Maalouf külliyatına şöyle bir göz atmak, edebiyat ile akademik düzeyde bağ kurmamış sıradan okuru bile, tarihsel olayları kurgusal bir metnin arka planı olarak kullanan edebiyat geleneğinden, yer yer post-apokaliptik senaryolara yaklaşan distopya edebiyat janrına (Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl – Le Premier Siecle Apres Beatrice), oradan opera ve oratoryo zevklerine hitap eden librettolara (L’amour de Loin, Adriana Mater, Emilie, La Passion de Simone), muhteviyatı pür tarihten müteşekkil inceleme araştırma kitaplarına (Arapların Gözünden Haçlı Seferleri – Les Croisades Vues Par Les Arabes) kadar çok yönlü ve zengin yazın dünyasına tanış kılar. Yazarın müdavimlerinin bildiği gibi tarih derslerinin bunaltıcı atmosferi altında hâl tercümelerine ulaştığımız Selahaddin Eyyubi, tapınakçı Renaud de Chatillon, Emir Nurettin Zengi, gezgin Hassan el Vazzan, bilgin Ömer Hayyam, Vezir Nizamülmülk, haşhaşiyun Hasan Sabbah, Persiya İmparatoru Şahpur, Maniheizm dininin kurucusu peygamber Mani, 19.yüzyıl İslam coğrafyasının meşhur devrimcisi Cemaleddin Afgani ve sair tarihsel kimlikler (ve bittabi icraatları) sıkıcı malumatfuruşluk müessesinden sıyrılıp, entelektüel dağarcığımıza aileden birisiymiş gibi konuk oluverirler.
Bu satırların yazarının naçizane görüşüne göre Amin Maalouf’un tarih romanları içinde özellikle biri duygu ve tema olarak diğerlerinden ilk bakışta ayrılıverir gibidir: Doğunun Limanları. Bu romanın sayfalarını imparatorların, peygamberlerin, komutanların ya da maceraperest gezginlerin değil; yazgının kahramanlık ile delilik, mutluluk ile trajedi arasında bir uçtan bir uca savurup durduğu, karakteren oldukça sıradan bir adam olan İsyan Kitabdar’ın anıları doldurur. Her ne kadar hikâyede savaş, direniş, kahramanlık kabilinden motifler göze çarpsa da anlatımın ana omurgası aşk ve bağlılık üzerine oturur. Modern toplumun tüm hastalıklarını terkisinde taşıyan “x jenerasyonu” için bu nevden sevda masallarının neredeyse fantazyaya göz kırpan gerçeküstü bir yanı vardır. Her şeyin muazzam bir akselerasyon içinde devridaim olduğu, ilişkilerin dahi bir “fast food” hızında yaşandığı günümüz toplumlarında yetişmiş genç nesiller için, bir ömür beklenen sevgili imgesi görece kısa yaşamlarında biriktirdikleri tecrübelerle çelişmektedir. Belki de bu yüzden romanın en vurucu paragrafı “Sevgililerin birbirilerine verdikleri söz, ve tutulan söz. Daha önce görmüştüm, daha önce yapmıştım, daha önce gerçekleştirmiştim duygusu ile Clara’yı öpmedim hiç, hatta elini bile tutmadım. Daha önce sevmiştim duygusuyla da. Aşk el değmemiş olarak kalabilir, heyecan da öyle. Aylar da geçse, yıllar da geçse. Hayat bıkılacak kadar uzun değil” ifadesinde karşılığını bulur.
Amin Maalouf, denemeler şeklinde kaleme aldığı Ölümcül Kimlikler (Les Identites Meurtrieres) ve Çivisi Çıkmış Dünya (Le Dereglement du Monde) ile yer yer otobiyografik izler de taşıyan Yolların Başlangıcı (Origines) ve Doğu’dan Uzakta (Les Desorientes) kitaplarında çok dilli, çok kültürlü cihanşümul bir medeniyet şemsiyesinin manevi doyuruculuğuna karşın, sekteryan ayırımcılık gibi, ırkçılık gibi mütecanis düşkünü temayüllerin ne derece yıkıcı etkileri olabildiğini/olabileceğini sıklıkla vurgular. Bu bakımdan İsyan Kitabdar önce Nazizme karşı savaşarak, büyük savaş sonrasında ise İsrail-Filistin sorununa müdahil olarak, en azından politik görüş itibarıyla yazarla fikir birliği içinde olduğunun ipuçlarını sunar. Özellikle romana konu olan dönemin Avrupa’sı milliyetçilik rüzgârlarının estiği, geniş saha (İtalya-Duçe-Faşizm) yada ari ırk (Almanya-Führer-Nazizm) temelinde örgütlenmiş sağcı taassubun yükselen değer olarak takdim edildiği bir gayya kuyusudur. Altı çizilmesi gereken bir ayrıntı olarak Toby Clark’tan nakledersek “aynı dönemde Avrupa ve A.B.D.’de muhafazakâr eleştirmenler tarafından modern sanata saldırmak yaygın bir tutumdu. Modern sanat ve ilerici politik tutum ile Yahudilik, Bolşevizm, delilik ve homoseksüellik arasında bir bağ kurulmuştu.” Bu bakış açısıyla İsyan Kitabdar Bolşevik diyemesek de sol tandanslı bir devrimci, Avusturya Yahudisi bir kadının aşığı ve 28 yılını akıl hastanesinde geçirmiş tescilli bir deli olarak dönemin başat yönelimine birkaç farklı açıdan ters düşen ismiyle müsemma temsilî bir figürdür.
Zamansızlık Evreni
Kapitalizm önce mekânı sonra zamanı yutmuştur. Bundan birkaç yüzyıl öncesine kadar kapitalist üretim süreci ve buna bağlı üretim ilişkileri dünyanın sadece Batı Avrupa ile sınırlı çok küçük bir kesimi için bağlayıcı iken, takip eden asır içinde sömürgeci muktedirler eliyle Avustronezya adalarından, Patagonya’nın uçsuz bucaksız vadilerine kadar, tüm coğrafyalar ve toplumlarda baskın kılınmıştır. Yaşadığımız çağın ayırıcı özelliği ise -Sovyet rejiminin çökmesi sonrası liberalizme teşne siyaset filozoflarının diline pelesenk olduğu üzere- kapitalizmin zaferinden sonra tarihin sonuna geldiğimiz varsayımıdır. Terminolojiye göre tarih kendi determinist dinamikleri içinde ilkel komünal, köleci, feodal ve kapitalist süreçlerden geçip en son komünizme evrilecektir. Milenyuma birkaç yıl kala kapitalizmin sosyalist ideolojiyi ameliyede başarısızlığa uğratması artık liberal sosyo-ekonomik siyasanın, mekânın yanında zamanı da yuttuğu söylemini güçlendirmiştir. İşte bu muzaffer ve muktedir ideolojik alana ilişkin kültürel kodlar bir yandan tüketime odaklı, apolitik, nonidealist, günübirlik itkilerle yaşamaya alışmış nesiller husule getirirken, bir yandan da kitle üretimi öncesi geçimlik ekonominin tabiî bir gereği olarak tezahür eden naif, natürel ve tabiatla uyum içinde gelişmiş olan pek insanca değerleri aşındırmıştır. Tam bu noktada tarihçi Eric Hobsbawm’ın gayet yerinde tespitine kulak verelim. “Geçmişin ya da daha çok kişinin çağdaş deneyimini önceki kuşakların deneyimine bağlayan toplumsal mekanizmaların yok olması, geç 20. yüzyılın en karakteristik ve ürkütücü fenomenlerinden biridir. Yüzyılın sonunda çoğu genç erkek ve kadın, içinde yaşadıkları zamanın geçmişiyle her türlü organik ilişkiden yoksun bir tür sürekli şimdiki zaman içinde yetişti.” Liberal bireyci ahlakın haddinden fazla kutsanması hasebiyle ikili ilişkilerde ön plana çıkan pragmatist, cinselliğe endeksli, tahammülsüz ve sabırsız bir acımasızlıkla malul birliktelik anlayışı çağımızın galat-ı meşhuru olarak belki de tüm yeni nesil gönül maceralarının üzerinde tehditkâr bakışlarını hissettirmektedir. Normal olarak sadakat yahut fedakârlık kabilinden vasıflar, şövalyeler döneminden kalma soylu duygular olarak pazarlanmaya açıktır. Doğunun Limanları’ndaki bitmeyen aşk teması bu hâliyle biraz Orta Çağ romanslarını andırmaktadır. İsyan’ın babasına karşı hissettiği evlatlık görevine ilişkin bilinç, direnişteki yoldaşlarına karşı duyduğu sorumluluk, yalnızca bir kez görmenin nasip olduğu kızına karşı beslediği sonsuz merhamet ve özellikle karısı Clara’ya duyduğu bitmeyen sevgi, zamansızlık evreninden (günümüz bağlamından) bir yorumla fazlaca romantize edilmiş, sıra dışı hissiyatlar gibi gelebilir. Romanın geçtiği dönemin koşulları içinde değerlendirildiğinde karakterlerin eğilimleri ve olayların gidişatı bir o kadar doğal akışı içinde seyreder görünmektedir.
Kürk Mantolu Madonna
Romanın muhteviyatından bahsimizi biraz genişletmek gerekirse evvel isminden başlayalım. Orijinal adı Le Echelles de Levant’dır. Yani Doğunun Merdivenleri. (Akdeniz’in doğu yakasında Fenikeliler zamanından beri kuzeyden güneye doğru sıra sıra dizilmiş limanların, yöre insanına maviliklere uzanan devasa bir merdiveni çağrıştırdığı rivayetinden müsebbip.) İşte İsyan Kitabdar bu merdivenlerin kıyısında büyümüş -batılıların tahayyülündeki Orient algısına uygun bir doğu terbiyesiyle yetişmiş- varlıklı bir ailenin çocuğudur. Üstelik soylu bir aileden gelmektedir. Baba Kitabdar müteveffa Sultan Abdülaziz’in yarı deli kızıyla İranlı bir doktorun oğlu, anne Cecile Kitabdar ise Ermeni bir fen öğretmenin kızıdır. Romanın esas oğlanı İsyan Kitabdar, Türk, Acem ve Ermeni kökleriyle Ortadoğu’nun son bin yılının siyasal ve toplumsal medcezirleri arasında birbiriyle çekişmiş, savaşmış, didişmiş zaman zaman da birbirine karışmış olan halkları kendi melez gen havuzunun potasında eritmiş çok kültürlü bir ailenin ferdidir. Bu yönüyle biraz yazarın durumunu da andırır. Kitabın yazarı Maalouf’da Fransa’da yaşayan Lübnan asıllı Hristiyan bir Arap olduğu için multi-etnisiteli aidiyetin getirdiği avantajları ve handikapları birinci elden bilmektedir. İsyan, ergenlik çağını müteakip evini geride bırakıp Avrupa’ya gider. Biraz da iradesinin dışında gelişen olaylar sonucu kendini Nazi işgali altındaki Fransa’nın direniş saflarında bulur.
Sabahattin Ali’nin büyük bir romancı olarak hakkını teslim eden Türk okurları için bundan sonrası ziyadesiyle tanıdık gelecektir. Doğunun Limanları ve Sabahattin Ali’nin en ünlü eseri Kürk Mantolu Madonna tema ve duygu benzerliğinin yanı sıra öykü olarak da birçok noktada örtüşürler. Roman, yazarın Kuyucaklı Yusuf ile birlikte en bilinen iki harikulade eserinden biridir. Kitabın ismi Andreas del Sarto’nun Madonna d’elle Arpie tablosuna yaptığı yarı şaka bir göndermeden gelir. Rönesans ressamlarının birçoğunun kullandığı üzere Madonna hitabı Meryem Ana tasvirlerinin genel adıdır. Romanın kahramanı Raif Efendi’nin kalbinin sahibi olan, hikâyedeki esas kadının (sahne sanatlarındaki söylenişi ile “prima donna”nın) ismi ise Maria’dır (Meryem’in ecnebi dillerdeki karşılığı.) Raif Efendi daha ressam Maria Puder ile tanışmadan önce onun portresine aşık olur. Yani kürk mantolu Madonna’ya. Ressam otoportre çalışmaktadır. Bu durumda esas kadın Maria Puder aslında kürk mantolu Madonna’nın kendisidir. Yani Maria Puder, Meryem Ana betimlemesidir. Yani “prima donna” aslında Madonna’dır.
Doğu’nun Limanları’na geri dönersek; Ali’nin kahramanı Raif Efendi’nin Maalouf’un kahramanı İsyan Kitabdar ile birçok ortak yönü vardır. İlkin ikisi de varsıl ailelerden gelmektedirler ve ikisi de doğudaki varsıl ailelerini bırakıp Avrupaya giderler. İsyan tıp eğitimi için Fransa’ya yerleşir; Raif ise meslek öğrenmek için Almanya’yı yurt edinir. Her ikisi de kendilerini çok seven batılı kızlara aşık olurlar (İsyan Clara’ya, Raif Maria Puder’e.) Mutluluğun tasvirinin husule geldiği görece kısa, rüya gibi bir birliktelikten sonra o kritik an gelir ve geçici bir süre için sevdalılarından ayrılmak zorunda kalırlar. Fakat nasıl olduysa artık iki karakter de aşklarını bir ömür boyu kaybederler. Özellikle sevgililere yazılan mektupların yürek burkucu kaderi hikâyenin gelişimi açısından iki eserde de belirleyicidir.
Diğer bir benzerlik: İsyan da Raif de babalarının sağlık durumuyla ilgili bir telgraftan sonra, babaya karşı yerine getirilmesi gereken son görev ile aşklarından uzak kalma ikilemini yaşarlar. Olaylar sevgililer için istenmeyen yönde gelişirken; İsyanı kardeşi Salem, Raifi ise enişteleri katakulliye getirir. Esas oğlanlar iki eserde de zengin, nüfuzlu ailenin günü gelince işleri devralacak gururlu çocuğuyken, sülalenin işe yaramaz, yarı çatlak bireyine dönüşüverirler.
İsyanın Claradan, Raifin Mariadan yüzlerini yıllar sonra yalnızca bir kez görebilecekleri birer kız çocukları olur. Yıllar boyu ne çocuğunu ne de eşini göremeden, karanlık bir belirsizliğin suskunluğuna kilitlenmiş iki kahramanın bir diğer ortak yanı ise dimağlarını bağlayan esaretin fiziksel çevre koşullarıyla cisimleşmesidir. İsyan, akıl hastanesinde 28 yıl iradesi kırılmış bir şekilde ölümü beklerken, Raif sevmediği bir memuriyet ve kendine yabancı bir aile yaşantısıyla ömrünü tüketir.
Bu iki kahramanın öykülerini, kendilerine hikâyede anlatıcı kontenjanından yer bulan ikinci ağızlardan dinleriz. Doğunun Limanlarında meraklı gazeteci, Kürk Mantolu Madonnada bir günlük vasıtasıyla dikkati celp olunan mesai arkadaşı olmasa, okuyucu olarak iki büyük aşk hikâyesinden asla haberdar olmayacağımız kurgular mevcuttur.
Tolstoy’un klasik yapıtı Anna Karenina’da şöyle bir cümle geçer. “Bütün mutluluklar birbirine benzer; her mutsuzluğunsa kendine özgü bir hikâyesi vardır.” Biri Lübnan diğeri Anadolu topraklarında yetişmiş iki edebiyatçının eserlerindeki koşutluğa bakıp, sadece mutluluklar değil, doğuda hüzünler bile birbirine benzermiş demekten kendini alamaz insan.