
18 Nisan 1951 – Cumhuriyet
Eren Eyüboğlu’nun son sergisi tam zamanında açıldı. Çünkü bize çok sevdiğimiz sanatkârı mühim bir değişmenin ortasında, bir yığın düşünceye yol açan kararların ve onları hemen anında karşılayan tereddütlerin arasında veriyor.
Bilmem söylemeye lüzum var mı? Eren, resmi, yaşanacak tek iklim addeden nadir sanatkârlardandır. Ondan bahsederken ressam kelimesinden başka hiçbir kelime aklıma gelmez. Resim, onun teneffüs ettiği hava, lezzet ve saadeti, beraberinde saplanmış bir bıçak gibi gezdirdiği azabı, dünya ile tek temas noktası ve vasıtasıdır. Onun için resimden bahsederken dinlemek hakiki bir lezzettir. Ufak bir tereddütten sonra tam kelimesini bularak verdiği nadir hükümler, içe mal olmuş, hayatı benimsemiş meselelerin yüzde okunan gerginliği birkaç dakika içinde sizi sade kıvılcım, sade parıltı ve derin dikkatten ibaret bir dünyada bırakır. Her manasile şahsi bir tecrübeyi yaşarsınız.
Sergisini de böyle. Yalnız şu farkla ki burada karşılaştırılan tecrübe, muayyen bir zamanın malı değil; belki bütün bir ömrün. Sanatının bugünkü merhalesini verdiği kadar, geriye doğru oldukça derin bir bakışı da mümkün kılıyor. Filhakika biz orada, sanatkârın 1948 de, eski kilim ve yazma nakışlarının oyunundan mücerret yahut şekilsiz sanatın macerasına nasıl açıldığını gördüğümüz gibi, bu sakınılmaz yolculuktan evvel sanatın fethettiği ülkeleri, Bursa ve İstanbul peyzajlarının devrini de, – ikisinin arasında o kadar tatlı tezatla yüklü zamanla beraber, – görüyoruz.
Bu yeni Eren’i nereye götürecektir? Bunu şimdiden tayin güçtür. Fakat ona birçok kazançlar temin edeceğini, bu tecrübeden sonra ressamı, daha süzülmüş, daha içten zengin, tekniğiyle dışarı âlemin telakkilerini daha salim bir şekilde tanzim edilmiş göreceğimizi tahmin edebiliriz. Şimdilik bize düşen, sanatkârdaki ufuk susuzluk sayesinde, onunla epeyce yolculuk ettik.

Eren Eyüboğlu eriştiği merhalelerde çadırını kurup kalanlardan değildir. Hazır kalıplarda donup kalmak, haklı olarak onu ürkütür. Bu hal, bugünkü sanatkârların çoğunda, hatta hemen hepsinde var. Hemen hepsi, asrımız gibi, insanımız gibi, değişik, daima istim üzerinde, rahat odayı, yıldızların kervansalına ve yolun telaşına tercih ediliyor.
Fakat hiçbir zaman ayrılık bu üç dört seneninki kadar sert ve sarsıcı olmamıştı. Bu sözümle Eren’in son çalışmalarında İstidadına karşı gittiğini iddia ettiğim sanılmasın? Onun sanatını iki zaviyeden görmek daima mümkündü. Bir taraftan insanı adeta dışarıda bırakılan yahut ona çalıştığı hissini veren bir nevi organik, hatta abidevi nizamla, belki de teknikle ve mafevk ile uğraşa uğraşa, kendiliğinden doğan, oldukça sert bir şiir. Eren’i klasikleşmiş kadın telakkisinin istediği o yumuşak hislerde bir kere bile yakalamak kabil değildir. Fakat bir dağ rüzgârı gibi bu sert şiir daima onda vardı.
İşte bu sefer terazinin birinci gözü galebe çalmış görünüyor. Eren fırça ve paletini – epeyce değişik notlar ve yeniliklere – daha ziyade inşa ve salâbete vermiş gibi.
Bununla beraber ötekilerden, isteyerek ihmal edilenlerden işe başlayacağım. Salonun dibinde –sergi mutad (alışılmış) üzere Fransız konsoloshanesinin misafir severliğiyle açılmıştır. Kendi toprağımızda Türk resmine bir çatı temin edene kadar bu hal devam edecektir-, yani girerken tam karşıma gelen duvarda, yanı başında asılı Matisse’in beyazlı kadın ile o riyazî tebessümle adeta denkleşen bir (çınar gibi) tablosu vardır. Bütün şenliği içinde yükselen bir ağacın –Eren’le Bedri’nin bize tanıttığı ağaçlardan biri,- etrafına ressam bir yığın atlıyı, ihtiyarları, hulasa unsurlarının çoğunu kendisi ile tanıdığımız bütün bir halk hayatını toplamış. Bir küfe ile iki atın kırmızısının ve birkaç siyah ve yeşilin kırdığı bu mavi senfoni, bence salonun sade en güzel eserlerinden biri olarak kalmaz. Aynı zamanda Eren’in sanatının ne kadar değişik usullerle çalıştığını da gösterir. Başka tarzda olsaydı mavisi bizi sıkacak kadar olan bu tablonun bütün büyüsü, arka planın toptan yokluğundan geliyor. Ressam, tablonun dibinde ancak seçebildiğimiz bir iki karaltıyı biraz harimleştirseydi (çınar dibi) bütün füsununu kaybeder, mavi masalın yerini oldukça itibari bir hal hayatı sahnesi alırdı. Hâlbuki bu küçük tecritle bütün o âlem adeta boşlukta yüzüyor. Sanki geçmişi ve geleceği olmayan bir hal cümbüşü… Bu isteyerek unutma tabloyu ancak birkaç kesik cümlesi yerine bir musiki, bütün bir şiir yapıyor. İster istemez kendimize soruyoruz: Resim mi? Büyü mü? Doğrusunu isterseniz her ikisi birden. Hatta resmin bu tablo için yeni bir tarifini de yapabilirsiniz, sanat büyüdür, diyebiliriz.

Evet, sanat büyüdür yahut rüyadır. Hiç olmazsa bu mavi masal da böyle…
Sergide bu cinsten yahut biraz başka tecrübelere elde edimli bir yığın muvaffakiyet var. Bunlardan bir tanesi, okuyucularımın belki daha eskiden tanıdıkları (deve dikenleri) tablosudur. Eski camcılık sanatının usullerini tablo resmine mal ederek tespit edilen bu rüya –başka kelime bulamadım,- insanla nebatî âlemin, sadece satıhta –tıpkı bir su oyunu gibi,- bu kaynaşması, birbiri içinden, her unsuru hazır ve tamamlanmış tabloda, tıpkı hakikî bir pencere imiş gibi her an ışığın yeni bir cilvesini bekliyor ve onunla doğuyor hissini bırakmaları şaşırtacak eserlerdendir.
Bu metafizik masayı bu insan ve nebatî âlem birliğini Eren devedikenlerinin arasından gördüğümüz iki kadının çehresini sadece bir beyzî ile işaret etmekle elde ediyor. Bu boş fakat boşluğunda o kadar şiir yüklü çehreler birdenbire bize bütün bir panteizmin kapılarını açıyor. Eğer bu kadına bir burunla bir ağız ve iki göz ilâve etmeseydi boş çerçevelerinden telkininden içimize dolan bütün zenginlikler kaybolurdu. Fakat çizgisiz iki çehre ve göklere karışan ayaklarla iş değişiyor. Artık Hayyam’ın desti olan güzelleri yanında Eren’in devedikeni olmuş kadınları var. Yahut bilmediğimiz saatlerde canlı varlığın üç kademesi birbirine karışıyor. Marcel Proust’taki Albertine’in uyku halleri gibi varlık perdelerini kat kat bize açıyor.
Modern resim rönesanstan gelen derinlik. Hacim fikirlerini bir taraftan bıraktığı günden beri büyük ifade de kazanıyor. Tecrit beklenmedik yaklaştırmalar ara sıra eski teknikte kalma unsurların müdahalesi tabloyu daha derinden duyulan şeylerin dünyasına götürüyor.
Burada yeşille sarının garip şekilde karşılaştığı Beylerbeyi kahvesinden bahsetmek isterim. Bu tablo Çınardibi’nin sırasında ve muazzam bir Picasso kopyasının yanı başındadır. Fakat komşusundan hiç rahatsız olmuyor. Muasır resmin efendisinin ve sihirbazının kahverengi harmonisinin yanında o da kendi aritmisi ile hususî dünyasını kurabiliyor.

Çok ritmik kırmızısı o kadar hoşuma giden kırlangıçlar tablosunu lâtif bir Japon rüyası gibi o çok lezzetli (sepet tepsi) natürmortunu oldukça eski bile devrin malı olan dört Bursa manzarasını (Karabaştaki balıkçı dükkânı) tablosunu –kırmızı tabloların o kadar değişik hislerle insanı avladığı tablodan bahsediyorum- kapıdan girilince sağda dipte ki (Kalamış) manzarasını yazık ki alelâcele geçeceğim.
Onlarla beraber insanı sadece omuzlarının ifadesinde işin bütün uzviyete kabul ettirdiği duruşla yakalamakla iktifa eden balıkçılar, dalyan örücüleri, Eren’in sanatının, nerelere tecessümü sevk ettiğini gösteren eserlerdir.
Saatli yazma ile midyeli yazma, devedikenlerinin devrindedir ve öbür saydıklarımla, biraz sonra bahsedeceklerim arasında bir intikal merhalesi yaparlar.
Eren pekâlâ bu tekniklerden birinde kalabilir, onu derinleştirir, onun etrafında eserini verirdi. Bursa peyzajlarının, Beylerbeyi kahvelerinin, İstanbul bayramlarının, Rumelihisarı balıkçılarının, Anadolu kadın kıyafetlerinin ressamı olmak, Koza hanının merdivenlerinden bizi o kadar sırra çıkarmak kâfi değil miydi? Hiç olmazsa bizler, seyirciler için…
Eşyayı ve insanları bıraktığımız yerde bulmak hepimizin hoşuna gider. Burada seyirci veya okuyucu, sanat amatörünün o gizli, şuur dışı ihaneti vardır. Kolayca unutmamız, unutmağa benzer şekilde hatırlamamız, bize ait bir şeymiş gibi seyredip zevk almamız için en iyi çare budur. Şekilleri ezberledikten, dünyamıza mal ettikten sonra, sanatkâr istisnasını kaybeder. Sen bu değil misin? Hikâyesi.
Onun içindir ki André Gide, daha çok gençken, arandığı yerde bulunmamaya karar vermişti. Eren, Gide’nin bu iddiasını biliyor muydu? Bildiğim şey, onun bu cinsten bir istikrarı bir nevi kabuklanma, ölme hazırlama telâkki etmesidir.
Eren’in değişmesi mukadderdi, değişecekti. O kendisini, ne tekniğinin kazançlarına, ne de dışarı âlemin telkinine kapatamazdı.
Kendi atölyelerinde açtı, son sergisinde yeni bir düğüm noktasında olduğu hissediliyordu. Sanki bir iskelede bekler gibi, Gauguin’in kırmızılarından ve eski kilise camlarının arkasından dünyaya hüzünle bakıyordu. O sergide gördüğümüz bolluk bir sonbahar bolluğudur.
Bu sefer tempoyu kilim ve yazma nakışları verdi. Şu hale bilgin mücerret sanata, şekilsiz sanata acıyacaktı. Nitekim öyle oldu. Son Paris seyahatinden iki sene evvel değişti. Yani kendi içinde, kendi tekniğinin unsurları arasında yeni bir kıymetle cetveli kurdu.
Bu yeni devreyi en iyi anlatacak eser (İstanbul kubbe ve çatıları)dır. Seyircilerin bu tabloyu sergide bir kere gördükten sonra da, fotoğrafından da seyretmelerini, hatta fotoğrafı ışığa tutarak tersinden seyretmelerini tavsiye ederim. Soğuk renklerin ve hendesî şekillerin sertliğini, siyah ve beyazın tecridi ile yendikten sonra, ressamın yapmak istediğin daha iyi anlayacaklar ve o zaman tabloyu daha donuk bulacaklardır.

Şurasını da söyleyeyim ki Eren’i, bu kadar büyük ihtirasla hiç görmemiştim. İstanbul gecelerini alışık olduğumuz şiirinden, o yumuşaklıktan soymak, onu sadece mimarî bir inşada ve terkipte toplamağa çalışmak, hiçbir beşerî duyguyu karıştırmamak, yalnız birbiriyle çarpışan kavislerin ve Şakulî çizgilerin hendesî ormanında görmek zannedildiğinden mühim bir iştir. Burada ressam sadece hayalidir ve bu hayal, ressamdan ziyade mimarın veya heykeltıraşın hayalidir. Bu tecrit, bir âlemden öbürüne bu kadar sarahatle geçiş övülecek, hiç olmazsa şaşılacak bir teşebbüstür. Şaşılacak diyorum, çünkü ressam ortadan âdeta çekilmiş, bu taştan terkibi yapsın diye tablonun bir köşesindeki ayı sanki serbest bırakmıştır. Hakikatte bu tablo için donmuş. Ay ışığı yahut eren Eyüboğlu’nun (Mahşer günü) diyebiliriz. Çünkü insandan boşaltılmış bir dünya bu. Her şey insanı hatırlatıyor ve insan yok. Belki soğuk renklerin tesiri.
Şurasını söyleyeyim ki kubbe ve çatıların bir adım ilerisi, hakiki uçurum olabilirdi. Resmin bu kadar açıkça aleyhinde olan bir resimde böyle bir tehlike daima mümkündü, fakat Eren, sade kendi nizamından doğan bir tabloda, izahı imkânsız olan şeylere biraz fazla yer vermekten gelen bir sarsıntı ile kurtuluyor. Bu itibarla ve bu kadar büyük bir hayalin peşinde koştuğu için tebrik edilmelidir.
Atlıkarınca hemen hemen onun kadar büyük bir teşebbüs fakat fazla huzursuz. Bu belki de kıymetlerin yer değiştirmesinden geliyor. Bu tabloda canlı olan her şey otomata benziyor ve cansızlar canlı. Bunun sebebi, tablodaki hızında durdurulmuş sürat vehmi olsa gerek. Bütün o sarıların, yeşillerin, siyahların açıp doldurduğu çukurlar, hareket noktasına isyan eden kavislere bir türlü şeklini bulamayan eşya hepsi üzerimize yükleniyor. Bilhassa o garip sarsıntı hissi… Buna mukabil kırmızı ve sarı müstesna o kadar uyuştuğu (sirk) tablosu daha rahat.
Bu son eserler arasında Paris çatılarının vuzuhunu ve rahatını çok sevdim. Burada teknik kendini bulmuş. Bu tablo da tek renkli. (Kahverengi kompozisyon) ondan da rahat fakat nasıl diyeyim işimiz de… Bununla beraber sergisinin en güzel, en usta eserlerinden biri.
Sirk atlarının abidevi duruşunu, eski armalarda ancak gördüğümüz o munis ejderha huşunetini, o desen üstünlüğü de övmek isterim. Eren, kenar çizgilerinin siyahını bu tablonun altına doğru geniş bir leke de yapmakla mühim bir tesir elde ediyor.
Kır saçlı kadın fazla yüklü fakat güzel. Düz renk, daha sarahat hatta hafiflik istiyor. Fakat Eren’in görüşü, o trajik bir bakış, -muhakkak ki trajik bir tarafı var- bu hafifliğe her zaman izin vermiyor.
Bu sergide Eren’i çok çetin bir yolculuğun başında gördüm. Onun karşılaştığı zorluklardan ve onlara hücum şeklinden mesudum. Kendisin güçlük çıkartmayan sanatkâr, bu ada lâyık değildir. Fakat sevindiğim bir nokta daha, hem çok mühim bir nokta daha var. Bütün tekniğe ait iddialarına, zihni temayüllerine rağmen, ressamımızda çok keşif ve fırtınalı bir iç hayatını görmemek kabil değil. Eseri, bunu tanzim ettiği anlarda büyük sanata erişiyor.
(Sergide, biri Picasso’dan, biri Matisse’den, biri Braque’dan olmak üzere üç güzel kopya var. Bunlardan ilk saydığım ikisi sade güzel değil, âdeta muhteşem… Dışarı dünya resminde o kadar fakir olan Dolmabahçe resim galerisinde bunları mal etsek fena mı olur? Asıllarından mahrum olduğumuz eserleri bu kadar titiz bir çalışmadan seyredebilmek bana hakikî bir fırsat gibi görünüyor.)
Eren’i bu sergiden dolayı tebrik etmeyeceğim. Asıl tebrik edilecek biziz.