
Fatih Balcı
Hülya Küpçüoğlu: Projenin çıkış noktası neydi ve nasıl oluşturdunuz? Süreci anlatır mısınız?
Fatih Balcı: Performansımızı genel stratejimiz üzerine kurduk. Bu da genel olarak bağımsız bir sanatçı olarak varoluş mücadelesi içinde şekillenmiştir. Bu uzun bir mesele; bizi daha önce takip edenler ne demek istediğimi anlayacaktır. Bu çerçevede açılış günü performansımızı yapmaya karar verdik.
Bienalin teması “Üç Ayaklı Kedi” idi. Bienal metni içinde bazı vurgularla açılmıştı, biz de onu takip ettik. Bu coğrafyada üç ayaklı kediler vardır; sakatlanmışlardır ama varoluş mücadelesini sürdürürler. Bu hem bienalin üzerinde durduğu Filistin/Gazze meselesine gönderme yaparak oradaki şiddeti ve büyük insanlık sorununu görünür kılmaya çalışıyor, hem de İstanbul’da bu koşullarda sanatçı olmanın zorluğuna dikkat çekiyordu.
Bu kapsamda iki katmanlı bir okumayla çalışmamızı kurguladık. Zaten yıllardır Türkiye gibi bir yerde sanatçı olmanın zorluklarını, özellikle bağımsız bir sanatçı olarak var olmanın güçlüğünü gündeme getiren biriyim. Üç ayaklı kediler gibi topal bir şekilde bu yolda yürümeye çalışıyoruz. Bu çerçevede 2012’de Alan İstanbul Galerisi’nde hâlen üreten sanatçılardan yaklaşık 5000 kişilik bir Sanat Haritası çalışması bile yaptık. Çalışmanın başlangıcı 2001 yılına ve Diyarbakır’a gider. Bu bağlamda Ali Akay ile yaşadığım sorunu ve maruz kaldığım büyük haksızlığı anlattım yaptığımız röportajda. Merak edenler gidip oradan dinleyebilir. Bu çalışma insan ilişkilerinin ve büyük sanat ağının nasıl işlediğinin haritasını çıkarıyordu; aslında en büyük sanat eserinin bu olduğunu iddia ediyordu. Bu sanatsal ağ bir kontrol ve onay mekanizmasını içermektedir. Bu kontrol ve onay olmadan sanatçı olarak görünür olmanız mümkün değildir. Böylece bu ağ ya da ilişkiler kimin içerde tutulup kimin dışarda kalacağını karar verir. Burada var olmak kolay bir iş değil. Yani aslında bu ağ neyin sanat neyin sanat olmadığına da karar veriyor. Ben bu durumu 2000 yılından tespit etmiştim. Bu mesele benim sürekli üzerinde durduğum ana konudur. Problem hâlen yerinde duruyor, değişmedi.
Bu konuya önem verdim çünkü din, siyaset ve sanat gibi alanlar amaçları dışında kullanıldığında çok bozuk sonuçlara yol açabiliyor. Bu yüzden sürekli eleştirel şekilde ele alınmalı ve konumları sorgulanmalıdır. Çünkü sanat ve din gibi alanlar sanki kendiliğinden, doğal ve masum alanlarmış gibi algılanır ama durum bu değildir. Bu anlamda hem sanatçı olmanın, tırnak içinde “elinin kolunun kırılmasının”, iletişimsizliğin, görmezden gelinmenin bir sembolüne dönüştürdüm çalışmayı.

Fatih Balcı
Diğer anlamıyla ise çalışma doğrudan Filistin ve Gazze meselesine bir göndermeydi. Gözler önünde ve tereddütsüz bir insanlık suçu işlenirken dünyanın buna yeterli tepkiyi vermemesini görünür kılmaktı. Dünya inanılmaz bir şekilde sanki felç geçirmiş gibi tepki veremiyor ve müdahale edemiyordu. Kör, sağır, çolak ve topal olmuştu bu meselede. Bienal de bu konuyu ele alıyordu. Bilindiği gibi ben her bienalde temaya uygun işler üretmeye çalışırım. Çalışma bu anlamda doğrudan Filistin ve Gazze meselesine gönderme yapıyordu. Bir zamanlar büyük zulüm görmüş bir ulusun, başka bir ulusa benzer bir zulüm uygulamasının görünür hale getirilmesiydi bu. Dünyanın buna verdiği yetersiz tepkiye bir vurgu olarak okunabilir.
Son olarak bu çalışma, kendime yönelttiğim bir eleştiri olarak da okunabilir. Çünkü çoğumuz gibi ben de bazen elim kolum bağlanmış gibi hissediyorum. Tepki vermem gerektiğini düşündüğüm hâlde yanlış anlaşılma korkusu ya da imkânların sınırlılığı nedeniyle geri durabiliyorum. Bu da bende içe çöküş duygusu yaratıyor. Sesim çıkmıyor ya da hareket kabiliyetim kaybolmuş gibi hissediyorum. Bu anlamda bu çalışma kendime de bir eleştiri niteliği taşır.
Hülya Küpçüoğlu: Projede teknik olarak sizi zorlayan konular oldu mu?
Fatih Balcı: Projede teknik olarak bizi zorlayan tek şey, performans günü kullandığımız tekerlekli sandalyenin bozulmasıydı. Sandalyeyi ödünç almıştık. İlk gün performansımızı tam olarak yapamadık, ertesi güne ertelemek zorunda kaldık. Sandalye o gün tamire götürüldü. Bu bizde bir moral bozukluğu yarattı ama kısa sürede toparlandık ve ertesi gün yeniden hazırlanarak geldik.

Fatih Balcı
Hülya Küpçüoğlu: Siz mekânda dolaşırken aldığınız tepkiler nasıldı?
Fatih Balcı: Aldığımız tepkileri çok fazla takip edemedim; performansı yaptığım için doğrudan göremedim diyebilirim. İlk başta tekerlekli sandalye ile geldiğiniz için insanlar size yardım etmek istiyor. Ancak dürbünü ele alıp sağa sola bakmaya başlayınca işin garipliğini fark ediyorlar. Doğrudan insanlara bakmak onları doğal olarak tedirgin ediyor, uzaklaşmak istiyorlar. Fakat performansı durdurmak isteyen olmadı. Bazı kişiler bunun bir performans olduğunu anladı ve kimliğimi öğrenmeye çalıştı.
Mekân çıkışlarında sandalyede fazla kalamadım. Başta öyle planlamıştık ama sandalyenin yeniden bozulma riski nedeniyle yolda ayağa kalkmak zorunda kaldım. İşte o an bazı homurtular duydum. Biraz önce sandalyede oturan birinin kalkıp yürümeye başlaması açıklaması zor bir durumdu.
Bir diğer tespitim de Bienal mekânlarının tekerlekli sandalyeye çok uygun olmadığıydı. Bazı önlemler alınmış olsa da mekânlar eski ve dardı. Çoğunun girişinde merdiven vardı. Örneğin Zihni Han’ın girişinde doğrudan beş basamaklı bir merdiven vardı, oradan geçmek imkânsızdı. Asansörler çok dardı, sandalye sürterek içeri girebiliyordu. Bazı mekânlarda üst katlara geçilemiyordu. Engelli bireyler için uygun değildi.

Hülya Küpçüoğlu, Fatih Balcı
Hülya Küpçüoğlu: Uzun zamandır Bienale dikey performanslar yapıyorsunuz. Özellikle bu yolu tercih etmenizin sebebi nedir?
Fatih Balcı: Aslında bunu yukarıda anlattım. Sanatsal network dışından kalarak sanatçı olmak mümkün müdür sorusu bu dikey çalışmalarımın temelinde yer alır. Sanatçı, bunların yollarını araştırır ve yerleşik kuralları ihlal ederek kendi dünyasını kurmaya çalışır. Yukardaki teorik çerçeveye daha kişisel bir pencereden şunları ekleyebilirim: Sosyal ilişkileri seven biriyim, arkadaşlıklar ve dostluklar benim için önemlidir. Ama iş için birinden bir şey istemek bana zor gelir. İş dünyasında asosyal biri sayılabilirim. İş için birine hoş görünmek, ikna etmeye çalışmak bende stres yaratır. Sanat gibi samimiyetin önemli olduğu bir alanda bunu yapmak, “Seri İlan” çalışmamda da vurguladığım gibi, iş arayan biri gibi kurum ve küratörler arasında kapı kapı dolaşmak bana çok güç gelir.
Bu yüzden çalışan bir networke ihtiyacınız vardır. Sanat yapmaya başladığımda hızlı bir şekilde bunları yapamayacağımı fark ettim ve bazı kararlar aldım. Öğretmenlik yapıyordum; bu bana belli oranda bağımsızlık sağlıyordu. Birincisi, bu tür ilişkiler kurmamaya karar verdim. Ruhum ve sinir sistemim bunu kaldıramazdı. İkincisi, bunu yapıp başarısız olsaydım, boşa geçen bir hayat olurdu. Bu yüzden başka bir yol olmalıydı. Bağımsız bir yol için kuralları ihlal etmeliydim ve kendi kurallarımla bir dünya yaratmalıydım.
Kurallarım şunlardı:
- Kendi dar çevremde kurgulayamayacağım şeylere girmemek,
- Etkisi mümkünse yüksek işler yapmak,
- Keyif almadığım ve faydasız işlere girmemek,
- Vandalizme bulaşmamak, hiçbir şeye zarar vermemek,
- Etkileşimi yüksek ama aynı zamanda yaratıcılığı da güçlü, sanatsal pratik içinde kalan işler yapmak.
Bu çerçevede çalışmaları kurguladım.
Aslında bakarsak, 1990’ların başında Diyarbakır’da işe başladım. Diyarbakır, Kürt sorunuyla bağlantılı olarak hızla sanatsal bir merkez haline geldi. 2000’lerin başında Çanakkale’ye yerleştikten sonra Çanakkale de sanatsal bir merkez olma yoluna girdi. Bahsettiğim bu networklerle yakın temasım oldu. İstesem ve bedelini ödesem hızla bu ağlara dahil olabilirdim. Ama bedelleri vardı, uzak durmayı tercih ettim.
Diyarbakır Sanat Merkezi kurulurken oradaydım, ilk sergilerde ve organizasyonlarda yer aldım. Çanakkale’de de ilk bienallerin başlangıcında bulundum. Bu bienallerin birinin doğrudan organizasyonunda yer aldım ve bundan dolayı pişmanlıklar yaşadım. Beral Madra’yı Çanakkale’ye davet eden kişi bendim; sonrasında bıraktığı yapı, organizasyonu sürdürdü. Buradaki sıkıntıları Sanatatak dergisinde yazmıştım.
Sonuç olarak bana kalan sanat yapmanın bağımsız bir yolunu bulmaktı. Bu yol ise bahsettiğimiz bu performanslar oldu bir yerde.
Bu tür dikey performansları yapmamım bir diğer nedeni ise, performansların etkisinin daha büyük olmasıdır. Gerçekten iyi bir iş yaptıysanız, tasarımı doğru kurguladıysanız, etkileşiminiz ve başkalarına ulaşmanız daha kuvvetli oluyor. Bu alanda daha güçlü olduğumu ve yaratıcı işler yaptığımı fark ettim.

Fatih Balcı
Hülya Küpçüoğlu: Resim de yapan bir sanatçısınız. Resim çalışmalarınız nasıl gidiyor?
Fatih Balcı: Aslında resim ve şiir birlikte devam ediyor. Bu aralar resim daha önde. Ama şiirlerim de iyidir, internette bulabilirsiniz. Resim bende çok karmaşık bir yol izledi. Önceleri çok yetenekli olmadığımı düşündüğüm için uzak durduğum başkalarına bıraktığım bir alandı. Sonraları ise kolay olduğunu düşündüm. Ama resim konusunda kafa karışıklığım sürüyor çünkü yapmak istediğim şeyler çok fazla. Bir üslupta uzun süre kalamıyorum. Olasılıkların, denemek istediklerimin çokluğu bir yerde durmamı engelliyor.
Resim yapmak epeydir çok keyif aldığım bir şeye dönüştü. Çıkan sonuçların sürpriz olması bana mutluluk veriyor. Şiir de öyle. Resim ve şiir bende daha çok bilinçaltının dışavurumu. Elbette entelektüel birikim de yansıyor ama bu çalışmaların kendiliğinden ve dolaysız olması onları daha cazip kılıyor. Sevdiğim çok resim sanatçısı bulamıyorum, kendi işlerimi de fazla beğendiğim söylenemez. Ama çalışmaya devam ediyorum. Nereye gideceğini görmek beni heyecanlandırıyor. Belki önümüzdeki süreçte resim çalışmalarımla daha öne çıkabilirim.

Fatih Balcı
Hülya Küpçüoğlu: Süreçte Bienali de gezdiniz. Nasıl buldunuz? Değerlendirir misiniz?
Fatih Balcı: Bu bienal daha “suya sabuna dokunan” bir bienal olarak görülebilir. Sanatsal alanda politik çalışmalar iki keskin uç arasında gider gelir: Sanatsal olma arzusu ve mesajı geniş kitlelere ulaştırma arzusu. Bu diyalektik zordur. Buna orijinal banal diyalektiği denir. Sanatçı yanınız orijinal olmayı arzular, ama politik taraf geniş kitlelere mesajını ulaştırmayı amaçlar. Bu ikili gerginlik bu tür sergilerde kendini hissettirir. Bazen içinden çıkılması zor bir duruma dönüşür. Bu bağlamda bu bienal okunurluğu yüksek ama yaratıcılığı biraz daha düşük bir bienaldi diyebilirim.
İşlerin çoğu kolay okunuyordu. Okunurluğun kolaylığı mesajı daha geniş alana yaymayı sağladı. Ama kolay okunmak sanat çalışmalarının hızla tükenmesine ve enerjisini kaybetmesine yol açabilir.
Örneğin Marwan Rechmaouni’nin çalışması Zihni Han’ın son katındaydı. Açıklaması ise bana göre doğru yazılmamıştı: “Çocuk oyuncaklarının dünyamızı nasıl şekillendirdiği” gibi bir açıklama çok acemi bir açıklama gibi duruyor. Bir çocuk oyun alanı kurulmuş ve savaşın çocuk dünyasına etkisi ve arasındaki tezatlık doğrudan ele alınıyor. Savaşın çocuklar ve onların zihni ve ruhsal dünyası üzerindeki etkisi aslında bu. Bunu Diyarbakır’da görmüştüm, şiddet bir ortama egemense, sadece çocuk oyunları şiddetle şekillenmiyor ya da şiddeti oyun haline getirmiyor, büyük eğlenceleri bile şiddet üzerinden kurgulanır oluyor, şiddet denilen şey günlük hayatın bir parçası oluyor. Bu çalışma doğrudan şiddetin oyuna dönüşmesi ve çocuk dünyası masumluğu ile şiddetin yarattığı tezatlık olarak okunabilir. Bu çalışmalar okunması oldukça rahat çalışmalardır. Bu bir yandan çalışmayla bütünleşmemizi hızla sağlarken diğer yandan sanatsal akıl yürütmemizi bir yerde durdurmayı da beraberinde getirebilir.
Sonuç olarak bienali olumlu buldum. Çünkü sanatsal kurumlar kolay kolay bu tür konulara girmek istemez. Gazze ve Filistin gibi bir meseleyi merkezine koymasını takdir ettim. Ama daha yaratıcı ve etkili işler de görmek isterdim, onları çok bulamadım.
Hülya Küpçüoğlu: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Fatih Balcı: Teşekkür ederim. Başka ekleyecek bir şeyim yok.
