
III – OLYMPIA[1]
10 Şubat 1890.
Çeviren: Deniz Gökduman
Olympia adını anımsamamın yeterli olması, Edouard Manet’nin tablosunu ilk gördüğüm anki hâliyle yeniden gözlerimin önüne getiriyor: İlk kez ressamın atölyesinde, sanatçının Salon’a kabul edilmeyen iki eserini —Desboutin’in[2] portresi ve Çamaşır adlı tabloyu— sergilediği sırada; ikinci kez, Güzel Sanatlar Okulu’ndaki ölümünden sonraki sergide ve son olarak 1889 Yüzüncü Yıl Sergisi’nde. Ressamın resmi, tanıdığım canlı bir insan gibi hafızamda hemen beliriyor. Yüzünün her bir çizgisi, duruşunun her bir ayrıntısı tanıdık geliyor; bir kez daha içinde bulunduğumuz ortamdayız.

Kadın çıplak, ön planda, tıpkı Venedik tablolarındaki metres kadınlar gibi bir yatağın üzerine uzanmış vaziyette. Arkasında, yeşil perdelerin ötesinde, fırça ustalarının sıklıkla sevdikleri o sıradan aşk odasını sezmek mümkün; bu ustalar orada, karşılaştıkları gerçek yaratıkların ılık ve yumuşak bedenlerini fırçalarıyla hayat buldurup ölümsüzleştirmişlerdir. Yatağın çarşafları hafif mavimsi tonlarda gri bir beyazlıktadır. Siyah bir kedi beliriyor, sahibesi gibi uyanıyor. Bir elinde buket tutan zenci bir kadın görünüyor. Bu imgeler aracılığıyla siyah ve beyazın geniş lekeler hâlinde oluşturduğu genel bir uyum çoktan uyanmış durumdadır. Ancak bu uyum, Olympia’nın ışıl ışıl bedeni sayesinde ne denli özetleniyor ve en yüksek noktaya taşınıyor! Bedenin tamamı aydınlık tonlarla ve hafif gölgelerle yayılmış vaziyette. Bütün vücut, adeta bir vitray figürü gibi, onu geceyle çevreleyip kuşatan dalgalı ve koyu bir çizgiyle sınırlandırılmış. Bu, alışılmış bir çizgi, sanatsal bir tercih olup tuhaf bir biçimde, genellikle alışkanlıkların ve formüllerin taraftarı olan insanları oldukça rahatsız etmiştir. Kuşkusuz, bedenlerin hatlarını ideal biçimde temsil eden çizgi doğada mevcut değildir. Balzac[3] bunu 1831’de Bilinmeyen Şaheser[4] adlı yapıtında, sanatsal anlayışın bugüne kadar belki de en kusursuz özeti sayılabilecek muhteşem bir sayfada zaten söylemiştir. Dolayısıyla bu çizgi, yalnızca görünüşleri görünür kılacak şekilde aktarmak, onlara yazılı bir anlam kazandırmak için kullanılır. Bu bir araçtır, başka bir şey değil —Bracquemond’un[5] bir gün söylediği gibi, bir rende gibi bir enstrüman. Gerçek çizim, yüzeyleri biçimlendirmekten ibarettir. Görme yeteneğinin işaretidir, ustalığın kanıtıdır, yaşamın güzelliğinin gerçekleştirilebilir hâle gelmesidir. İşte Olympia’nın çizimi budur. Beden, bir ışık akışından oluşmuştur; bu ışık, saç diplerinden ayak parmaklarına kadar bir ırmak gibi yayılır; aydınlıkla yoğrulmuş bir hamur hâlinde, yarı tonlardan ve şeffaf karanlıklardan oluşan geçişlerle eşsiz bir isabetlilik taşır. Gözlerin siyahı, dudakların soluk pembesi, göğüs ucunun kızaran noktası, karnın kehribar rengi, ayak bileklerinin, dizlerin, kaburgaların algılanabilir sertliği, baldırların pürüzsüz ve iğ biçimindeki yuvarlaklığı, göbeğin lekesi, göğsün esnek kabarıklığı, açılmış parmaklar ve uyluk üzerine konmuş elin kısaltılmış perspektifteki düzlemleri —bunlar, ışıkta nefes alan bu bütünün çözümlenmesinde karşılaşılan kusursuz ayrıntılardır.

Olympia bir Paris kızıdır; bu çağın resminde böylesine büyüleyici ve kesin bir yapıtın sakinliğiyle ilk kez bu şekilde yer alan kadındır. Açıkça rastlantıyla karşılaşılmış bir modeldir ve özel zarafeti, bireysel karakteriyle sanatçıyı fethetmiştir. Önünde durduğu, düşündüğü bu rastlantısal varlığın görünüşünü tuvaline aktarırken Manet’nin, tüm büyük sanatçılar gibi, belirli bir ırkın sentezini sabitleştirdiği, bir kentin ahlâkını, bir sınıfın fizyolojisini özetleyen bir kadın yarattığı ortaya çıkmıştır. Bu kategoriden bir yaratığın sanat simgesi hâline gelip Tarih’e girmesi ilk kez olmamaktadır. Kuzeyde, Flandra ve Hollanda’da ustalar, kavşak noktalarının kanlı yüzlü ve kalın etli münasebetsiz kadınlarını önlerinde poz verdirmişlerdir. Onları, aç gözlü pazarlıklarında, burjuva veya askerle keskin tüccar kadınlar gibi tartışırken, temiz döşenmiş zemin kattaki küçük odada, çiçek soğanlarıyla süslenmiş, kiliseye veya rıhtıma bakan bir ortamda göstermişlerdir. Ya da cimri ev kadınlarının yatağının bayağı perdeleri üzerinde taşkın ve pembe bedenlerini uzatmışlardır. İtalya’da ise yerel metresler —güzellikleri varoş odacıklarında parıldayan kadınlar olsun, brokar elbiselerini[6] sarayların döşemeleri üzerinde sürükleyen buyurgan kadınlar olsun— onlar da zafer kazanmış hâlde resmin yüceltilmesine girmişlerdir. Yalnızca Titian[7] ve Veronese’nin[8] kızıl ve görkemli yaratıkları, yatak odalarının derinliklerinde gevşemiş güneş rengindeki bedenler değil. Carpaccio[9], Venedik teraslarında köpekler, güvercinler ve tavus kuşlarıyla çevrili korkunç metresleri bekleyiş içinde dondurup sabitlemişti; bunlar, sanatta şimdiye kadar karşılaşılmış pusuda bekleyen en dehşet verici aşk hizmetkârlarıdır, öyle ki Askeri Okul semtinde dehşet arayan natüralist romancıların ve ressamların tutanakları bile bu acımasız ve ihtişamlı canlandırmaların yanında sönük kalır.
Olympia’nın toplumsal durumu ne olursa olsun —en kötü yerlerde yaşıyor olsun, ressamların modeli, birahanelerde dolaşan, bir günlük metres, serbest bir bohem kızı olsun— oldukça görkemli bir soydan geldiğini ileri sürebilir; çünkü Avrupa müzeleri, her dönemden ve her milletten onun kız kardeşleriyle, onur yerlerinde doludur. O, büyük kentin bir ürünüdür; sokakların başıboşu, kaldırımlarda yorulmuş, oluklarda kirlenmiş bir kadındır. Kısa gençliğinde çelişkili kaderler, varoluşun iniş çıkışlarını tanımıştır. Cılız ücretlere çalışan işçi, kötü beslenmiş, pazar günleri varoş gezintilerinde âşık, on altı yaşında bedeninin ustası bir kadın, vahşiler tarafından dövülmüş, çılgınlar ve narin kişiler tarafından tapınılmış; sefalet ve hastaneye mahkûm bir uygarlık enkazıdır. Neyse ki bu tuvalin üzerine gelip karaya oturmuştur ve işte yarından emin olmayan bu kadın, burada sanatın verebileceği uzun, belki de sonsuz bir yaşam sürecektir. Hınzırlık ve bilinçsizlik içeren fizyonomisi, biraz ağır çeneli kare yüzü, şaheserlerin içinde yaşadığı bu ebedi sessizlikte, bu barış atmosferinde bir dinginlik kazanmaktadır. Çıkarılmış bu giysilerin, darmadağınık süs püsün ortasında —korse, jüponlar[10], çoraplar, ayakkabılar—, çiçekli bir şalla oynayan bir el, boyunda siyah bir kurdele, kolunda bir bilezik; tüm bu zavallının sahte lüksü içinde, gecesinden yara bere, akşamın yorgunluklarının yeniden başlamasına mahkûm hâlde, Olympia nefis ve dokunaklıdır ve beyinlerinde biraz merhamet bulunan herkes, morarmış gözleriyle bu gergin ve kansız küçük kızı sevecektir. Bu yüzyılda, anlayış çağında, doğuştan yenilmiş bu kadınlar şairlere, kafiyeler içine düşünceler hapsetmek isteyenlere, çizgilerin ve renklerin uyumuyla anlatım arayanlara ilham kaynağı olmuşlardır. İçgüdüsel ruha sahip bu yüz, gizemli gözlü, yükselen bulanık sularda biraz masumiyetin hâlâ dolaştığı ahlâksız çocuk yüzü; narin göğüslü, ince kollu, ince bacaklı bu genç kırılgan beden; solmuş bir çiçek gibi nefes alan, tatlı ve hüzünlü bu beden, bakan ve sorgulayan gözlere tüm bunları kesin bir şekilde anlatır; ancak ressamın niyetlerinin despotluğu altında anlatmaz. Konuşurlar, ama kendi kendilerine, bilinçsizce konuşurlar. Dinlenirler ve anlaşılırlar çünkü yaşarlar; biçimin ve rengin otoritesiyle ortaya çıkar ve kendilerini kabul ettirirler.
[1] Claude Monet’nin girişimiyle bir araya gelen bağışçılar grubu tarafından Olympia’nın Devlete sunulması vesilesiyle. Edouard Manet’nin bu tuval eseri şu anda Lüksemburg’da bulunmaktadır; yönetmelik gereği gelecek yıl girebileceği Louvre’u beklemektedir. (Bu dipnot, kitabın yazıldığı veya çevrildiği dönemin koşullarını yansıtıyor. O dönemde bir kural vardı: yaşayan sanatçıların eserleri önce Lüksemburg Müzesi’nde sergilenir, sanatçının ölümünden 10 yıl sonra Louvre’a geçebilirdi. Manet 1883’te öldü, Olympia tablosu 1890’da Claude Monet’nin öncülüğünde toplanan bağışlarla devlete kazandırıldı. Önce Lüksemburg Müzesi’ne kondu, kurala göre 1893’te Louvre’a geçebilecekti. Ancak 1986 yılında Orsay Müzesi açıldığında, 19. yüzyıl eserleri Louvre’dan Orsay’a taşındı. Olympia da bu taşınma sırasında Orsay’a getirildi ve bugün orada sergileniyor.)
[2] Marcellin Gilbert Desboutin (Cérilly 26 Ağustos 1823 – 18 Şubat 1902 Nice), Fransız ressam, baskı sanatçısı ve yazardı. Desboutin kendi eserlerine her zaman Baron de Rochefort olarak imza atardı.
[3] Honoré de Balzac (asıl ismi Honore Balssa; 20 Mayıs 1799, Tours – 18 Ağustos 1850), Fransız yazar
[4] Bilinmeyen Şaheser, 1612 yılında Paris’te üç ressamın hikâyesini anlatır: Hırslı genç Nicolas Poussin, usta Porbus ve gizemli yaşlı Frenhofer. Frenhofer, deha olarak kabul edilen bir ressamdır ve on yıldır “Güzel Noiseuse” adlı gizli bir portre üzerinde çalışmaktadır. Bu tabloyu kimseye göstermek istemez çünkü onu mutlak şaheseri olarak görür. Mükemmelliğin peşinde koşan Frenhofer, tuvalini durmadan rötuşlar; sadece görünen güzelliği değil, hayatın ta kendisinin özünü yakalamaya çalışır. Merakına yenik düşen Poussin, sevgilisi Gillette’i bile model olarak feda ederek, sonunda bu merakla beklenen eseri görmeyi başarır. Ancak karşısına çıkan şey hayal kırıklığı yaratır: renklerin ve çizgilerin kargaşası içinde sadece muhteşem bir şekilde resmedilmiş bir ayak göze çarpar. Frenhofer, içsel vizyonuna kör olmuştur ve mükemmellik takıntısının eserini nasıl yok ettiğini göremez. Sanatçı arkadaşlarının anlayışsızlığıyla yüzleşince, korkunç gerçeği fark eder ve aynı gece tüm tablolarını yaktıktan sonra ölür. Balzac’ın bu kısa romanı, sanat, deha, yaratıcı delilik ve sanatçının hayali ile eserinin gerçekliği arasındaki trajik uçurum üzerine derin bir düşüncedir.
[5] Félix Henri Bracquemond (22 Mayıs 1833 – 29 Ekim 1914), Fransız ressam, gravür sanatçısı ve baskı sanatçısıydı. Baskı sanatının yeniden canlanmasında önemli bir rol oynamış ve Édouard Manet, Edgar Degas ve Camille Pissarro gibi sanatçıları bu tekniği kullanmaya teşvik etmiştir.
[6] Brokar elbise, brokar kumaştan yapılmış elbise demektir. Brokar, üzerine altın veya gümüş ipliklerle kabartmalı desenler işlenmiş, ağır ve gösterişli bir kumaş türüdür. Genellikle ipek üzerine metalik ipliklerle çiçek, yaprak veya geometrik motifler dokunur. Kumaşın yüzeyi kabartmalı ve parlak bir görünüme sahiptir. Brokar kumaşlar tarihte saray kıyafetlerinde, din adamlarının giysilerinde ve zengin kesimlerin özel günlerde giydikleri kıyafetlerde kullanılırdı. Lüks, ihtişam ve zenginlik simgesiydi. Bugün hâlâ özel günlerde, düğünlerde, gala gecelerinde veya tarihi kostümlerde kullanılan değerli bir kumaştır. Balzac’ın eserlerinde brokar elbise gibi detaylar, karakterlerin sosyal statüsünü ve dönemin zenginliğini yansıtmak için sıkça kullanılır.
[7] Titian ya da tam adıyla Tiziano Vecellio (1488/1490, Pieve di Cadore – 27 Ağustos 1576, Venedik), İtalyan ressam.
[8] Paolo Veronese asıl adı Paolo Caliari (1528, Verona – 19 Nisan 1588, Venedik), geç Rönesans döneminde maniyerizm stilinde çalışmış Venedikli ressam.
[9] Vittore Carpaccio (yak. 1465, Venedik – 1526 Capodistria (günümüzde Koper, Slovenya). Venedik Cumhuriyetinde doğup büyüyüp yaşamış İtalyan asıllı Venedik Rönesansı ekolüne bağlı bir ressam.
[10] Jüpon, kadınların eteklerinin altına giydikleri, genellikle beyaz renkli iç etek veya kombinezon türü bir giysidir.
Gustave Geffroy (1 Haziran 1855, Paris – 4 Nisan 1926, Paris), Fransız gazeteci, sanat eleştirmeni, roman yazarı ve tarihçi. Geffroy, Académie Goncourt’un on üyesinden biriydi.
Bu yazı Gustave Geffroy‘un La Vie Artistique adlı kitabının III. Bölümünün çevirisidir.
