‘Ölü Çiçekler Müzesi’, yazar Gözde Kurt’un psikoloji ağırlıklı öykülerini topladığı kitap. Eylül 2011 basımı kitap, psikoloji ve felsefe ağırlığı taşıyan on dört kısa öyküden oluşuyor. İngilizce öğretmenliği yapan 1982 doğumlu yazarın Mart 2009’da yayınlanmış ‘Kozanın Tereddütü’ adlı bir romanı da bulunuyor.
Yazarın öykücülüğünün temel konuları ve anahtar sözcükleri şöyle sıralanabilir: Ben, iç dünya, dönüşüm, rüya, uyku, uyanma, iç diyaloglar, ötekiler.
Kurt’un öykücülüğü, anlatı-yoğun yaklaşımların tersine, “bilmece”, “başkalaşım”, “dönüşüm”, “olgunlaşma”, “aşk” ve “zavallı aşırılık” olay-örgülerine dayanıyor. Öyküler, öykülerdeki çatışmalar daha çok, ‘dışarıda’ değil, kahramanların içinde geçiyor. Kimi zaman, bu çatışmaların dışa yansıdığını görürüyoruz; kimi zaman ise, dışsal çatışma sandıklarımızın aslında içsel çatışma olduğunu öğreniyoruz. Topluluk, toplum ve doğa, pek görünmez ufukta…
Kurt’ta ağırlık, kişiliktedir. Rus yazarların yolunda, derin kişilik çözümlemelerine girer o; anlatının ortamı ve olaylar önemsizdir. Kişiliklerin aşırı özellikleri vardır.onun öykülerinde.Bu aşırı özellikler, anlatılmaya değer bulunmuştur ve tam da bu aşırılıklar vardır öykünün merkezinde. Örneğin, ‘Niyet’in Falhanesi’ adlı öyküde, Zehra’nın sinema ile ilişkisi, başlı başına bir öykü konusu olmuştur.
Gözde Kurt’un öykücülüğünün bir özdeyişi varsa, o, “insan, yalnızdır” olacaktır. Cep telefonlarının, internetin, sosyal medyanın vb. her taraftan bizi kuşattığı çağımızda; insanın yalnız kalma seçeneği, yalnızca “kalabalıklar içinde yalnız (kala)kalma”ya dönüşürken; Kurt’un kahramanlarının içe dönüklüğü, ya günümüzdeki atipik bireylere ya da geçmişimizdeki bilişim ağlarına daha az dolanmış bireylere bir selam olarak okunabilir. Kurt’un kahramanları, 1980’lerin ‘atomize olmuş birey’i ile akraba sayılabilir.
Kurt’un öyküleri, çoğunlukla bilmece gibi. Bizi, başlarda, anlatıya belli bir anlam yüklememiz için kandırıyor; ama sonlarda, aslında anlatıyı yanlış yorumladığımızı; işin aslının farklı olduğunu anlıyor; ve böylece çözüyoruz bilmeceyi.
Kurt’un birinci tekil ve üçüncü tekil diliyle yazdığı öykülerde, doğal olarak, ciddi farklar gözlemliyoruz: Birinci tekilde yazar, daha derin kişilik çözümlemelerine girişiyor; üçüncü tekilde ise, daha çok romanlarda gözlemleyebileceğimiz dışsal anlatıcı modeline geçiyor.
Ana konu, psikolojik durumlar olsa da, Kurt’un gerçekçi olmak gibi bir kaygısı var. O nedenle, en fantastik öykülerinin sonunda, aslında herşeyin rüya olduğunu öğreniyoruz. Aslında, bu gerçekçi olma kaygısı, yazarı kısıtlıyor. Sonunda rüya olduğunu anlamadığımız öyküler yazmalı bundan sonra Kurt. Açık bırakmalı sonu. Rüya mıydı, ameliyat masasında beynimin belli bölgelerine elektrik mi verdiler, n-boyutlu paralel evrenlerde yaşananlar mıydı bunlar… Hiç önemi yok…
Kurt, ‘Sanrı’ adlı öyküsünde, bir tiyatro oyunu yazma yeteneğine sahip olduğunu kanıtlıyor. Ancak, öykünün adını ‘Sanrı’ koyduğu için, sonu baştan söylemiş gibi oluyor.
Kurt’un okur kitlesi, kimlerden oluşuyor olabilir? Üniversite gençliğine yazıyor o. Ergenlikteki çelişkileri ileri yıllara taşımayı bir erdem olarak gören o deli dolu yıllar. Ergenler de okur elbette; ancak, Kurt’un öykülerinin derinliği, herhâlde onlara ağır gelecektir.
‘Ölü Çiçekler Müzesi’ni okurlarımıza öneriyoruz. Bir fikir vermesi açısından, yazımızı kitaptan alıntılarla bitiriyoruz:
“Kendimle ilgili fazla konuşmuyor olmamın sebebi, kendimi iyi tanıyor oluşumdur. Habire kendisini anlatmaya çalışanlar, kendilerini fazla tanımayan insanlardır. Kendilerini anlata anlata, kendilerini bulacaklarını sanırlar. Bunu farkındalıksız yaparlar üstelik. Oysa önce uzunca bir süre kendilerini dinlemeleri gerekir.” (s.37)
“Karaköy’de, karayla denizin birleştiği yerde, karayı arkasına alarak ama o karanın üzerinde sahip çıkması gerekeni, süregiden kavgasını unutmayarak ilk nefesinin dumanını önündeki denizin maviliğine kattı. Ona arkadan bakan biri, bir eli cebinde diğer eli sigarasında, epey üşümüş, gözleri uzakta ve düşünceli bir kadın görebilirdi.” (s.102)
“Hafızamda şimdi kadar canlı olan şeyler taşıyorum: O kokmayan, renksiz, ölü çiçeklerin canlılığı… Yine o çiçeklerin masum kabuğumu nasıl kolayca soyduğu ve içimde insani ve hayvani olanı, birlikte ve çarçabuk nasıl dışarı çıkardığı. Önce, o günkü aklım ve kalbimle içimde aşka dair ne varsa duyumsamış, sonrasında maruz bırakıldığım hayalkırıklığının şiddetiyle, bir insana karşı duyulabilecek hiddet duygusunu derinlemesine özümsemiştim.” (s.132)
29 Temmuz 2012, ulasbasar@gmail.com
Gözde Kurt. Ölü Çiçekler Müzesi. İstanbul: Postiga Yayınları. Eylül 2011. 143 sayfa.