
BÖLÜM II
Sanat ilkesinden ya da insanın estetik yetisinden[1]
Çeviri: Deniz Gökduman
Doğada, fiziksel çekiciliğin ve maddi ihtiyaçların ötesinde, hoş, ilginç, garip, görkemli ya da korkutucu bir şey fark eden; onu sevip ona bağlanan, ondan bir eğlence, süs ya da anı yaratan; bu beğenisini evindekilerle, kardeşiyle ya da sevdiğiyle paylaşarak o nesneyi değerli bir dostluk, sevgi ya da takdir ifadesine dönüştüren kişi, ilk sanatçıdır. Mavi çiçeklerden taç yapan küçük kız, deniz kabuklarından, değerli taşlardan ya da incilerden kolye takan kadın, daha korkutucu görünmek için kendini ayı ya da aslan postuna bürüyen savaşçı da birer sanatçıdır.
Bu yeti yalnızca türümüze özgüdür; filozof Horatius’un[2] deyimiyle hayvan, hiçbir şeye hayranlık duymaz, hiçbir zevk belirtisi göstermez, güzel ile çirkini, adil ile adaletsizi ayırt etmez. Ne benlik duygusu ne incelik, ne aşağılık ne de gurur taşır; doğanın güzellikleri ve uyumları karşısında hissizdir. Olduğu haliyle memnundur; şöhrete özenmez, kendini süslemek, barınağını dekore etmek istemez; kıskançlık ya da alaya karşı korunmuş biçimde sade ve tasasız yaşar. Sevdiği, nefret ettiği ya da korktuğu canlıların anısını korur; yavrusundan ya da eşinden ayrıldığında üzüntüden ölebilir; ama onların kalıntılarını hatıra haline getirmez, anılarını bir tür kült nesnesine dönüştürmez. Özgürce, yiyeceğini olduğu haliyle tüketir; onu güneşte pişirmek, tuz ya da baharatla işlemek ya da zevklerini çeşitlendirecek biçimde birleştirmek aklına gelmez. Aşçılıkta, Pisagor’un[3] bilgeliğiyle yarışabilir.
Bu nedenle estetik adını verdiğim yeti, insana özgü olan, güzel ile çirkini, hoş ile nahoşu, yüce ile bayağıyı hem kendisinde hem de çevresinde algılayıp ayırt etme, bu algıdan yeni bir haz kaynağı, bir zevk inceliği yaratma yetisidir.

Bu şekilde ilkesi ve nesnesi belirlenen sanat, en basit geometrik şekilden en görkemli çiçeklere, korint[4] başlıklarında oyulan akantus[5] yaprağından mermerden yontulup tunçtan dökülen ve tanrılaştırılan insan figürüne kadar her şeyi araç ya da malzeme haline getirir. Hayatın tüm yönleri sanatla kuşatılır: Doğum, evlilik, cenaze, hasat, bağ bozumu, savaş, ayrılık, yokluk, dönüş; hiçbir şey tören, şiir, dans ya da müzik olmaksızın gerçekleşmez. Âşık, sevgilisinin portresini çizer; koca, eşini mücevherler ve değerli kumaşlarla süsler. Avcı, yalnızca avladığını yemekle yetinmez, çevresini at, köpek, kuş ve yırtıcı hayvan figürleriyle donatır. Kabile reisi, evinin çatısını ormanda yetişen kalın gövdeli çam ve meşe ağaçlarından yapılmış sütunlarla taşır. Yemek masasının ayakları koç ya da keçi şeklindedir; içki kabı kuş biçimindedir, boynu ağızlık, gagası ise içkiyi dökmeye yarayan yerdir. Kendisini hem kendi gözünde hem de başkalarının gözünde yüceltmeye çalışan insan, yürüyüşüne, giyimine ve konuşmasına özen gösterir; söylediklerini dikkatle seçer, benzetmeler ve mecazlar kullanır, ezgiler ve ağıtlar yaratır, anlamlı ve etkileyici sözler söyler. Kaba hareketlerden, çirkin sözlerden, uğursuz tabirlerden sakınmak, iyi eğitilmiş bir insanın ilk görevidir. Nezaket ya da görgü, sanatın ilk ve şimdiye dek en olumlu, en değerli sonucudur. Her şey ona bir vesile ya da bahane olur: Kaçan bir güvercin, ölü bir serçe, ezilmiş bir sinek bile başyapıta ilham verebilir. Bir kez harekete geçtiğinde hayal gücü durmaz artık: Coşmuş okyanus, derin çöl benzersiz güzellikler sunar ona; en iğrenç nesneler bile lüks ve gururun anıtlarına dönüşür: Köylülerimiz bilir ki bir çiftliğin önünde iyi yığılmış bir gübre yığını, evin genç hanımlarının süslü ve cesur olduğuna işarettir. Gerçek budur, şimdi onun içeriğine bakalım. Bu yetinin çözümlemesini deneyelim.
Sanat yetisinde, yani insanın kendisini ve ona ait olan her şeyi doğadan ödünç alınmış ya da el yapımı süslerle sürekli olarak yüceltme çabasında üç unsur buluyorum. İlki, bazı şeyler ya da daha doğrusu bazı görünümler karşısında ruhun bir tür titreşimi, yankısı ya da duyumsamasıdır; bunlar ruhça güzel, korkunç, yüce ya da aşağılık olarak kabul edilir. Estetik terimi, Yunanca aísthēsĭs (duyarlılık ya da his) sözcüğünden gelir. Güzeli ya da çirkini, yüceyi ya da bayağıyı, mutluluğu ya da felaketi hissetme, bir biçim içinde bir düşünce ya da duygu kavrama, salt bir imgeye bakarak sebepsiz yere sevinç ya da hüzün duyma yetisi, sanatın bizdeki ilkesi ya da birincil nedenidir. Buna sanatçının yaratıcı gücü diyeceğim; sanatçının yeteneği ise bu duyguyu başkalarının ruhuna aktarabilme becerisine bağlıdır.
Sanatın bu temel nedeni, ikinci bir nedeni doğurur ki bu da sanatın tüm gelişimini sağlar. Estetik yetiyle donatılmış insan, onu kendisine uygular: güzel olmak, kendini yüceltmek, soylu, görkemli, yüce olmak ve gitgide bu hale gelmek ister. Bu değeri ona layık görmemek, bu iddiaya karşı çıkmak, ona hakaret etmek demektir. Sanat, estetik yetide, yani şiirsel duyuda temelini bulurken, dürtüsünü kendini beğenmeden ya da benlik sevgisinden alır. İlki çekirdeği verir; ikincisi, büyümeyi sağlayan itici güçtür. Son olarak, bu iki nedenin birleşiminden, sanatta önemli rol oynayacak ama mutlak anlamda zorunlu olmayan ve her durumda ikincil kalan üçüncü bir yeti doğar: Taklit yetisi. Beğenilen bir nesneyi resim, heykel ya da başka yollarla yeniden üretmek, ondan yeniden haz almak, yokluğunu gidermek, onu daha da güzelleştirmektir. Şiir, şarkı, müzik, dans, tören ve alaylar da aynı amaca yönelir.
O halde, kimi yazarların iddia ettiği gibi sanatın ilkesi taklit yetisi değildir. Ne kadar yüce görülürse görülsün, ne taklit ne de benlik sevgisi sanatçıyı tanımlar. Nasıl usta bir vezinli şiir yazarı şair olmayabilir, benzer şekilde, çok iyi taklit yetisi olan biri de sanatçı sayılmaz. Duyarlılığın eksik olduğu yerde sanat yoktur; yalnızca zanaat vardır. Bu konuda halk ve en keskin görüşlü eleştirmenler bile aldanabilir; kendi idealleri doğrultusunda, çizim ya da biçim yanılmalarını başkalarında deha işareti sayabilirler. Şarlatanlık çağımızda bu tür kişiler oldukça fazladır: Gerçek sanatçıya layık şöhreti ve onuru gasp ettikleri sıkça görülür.
Tüm bunlar ve bundan sonrası daha önce başkalarınca söylenmiş olabilir; okuyucudan özür diliyorum, onu bu bilindik konulara sürüklediğim için. Ancak, belki aynı şeyler benim ifade ettiğim şekilde ya da benim sıralamamla dile getirilmemiştir; her durumda, çağdaş sanatı tartışmak için antik sanata dönmek, antik sanatı anlamak için ise ilkelerine başvurmak zorundayız; bu nedenle bu temel öğeleri yeniden gündeme getirmem gerekti. Eksik takip edilen fikirleri sevmem; ancak açıkça ifade edilen, mantıkla kurulan ve yazıyla saptanan şeyleri anlarım.
Az önce söylediğimiz gibi, sanat üç temele dayanır: Estetik yeti (şiirsel duyarlılık), benlik kültü (kendini sevme) ve taklit gücü. Bu da şu kısa ama gerekli değerlendirmelere zemin hazırlar:
a) Ruhumuzun, herhangi bir çıkar gözetmeksizin, ilk bakışta ve sezgisel olarak güzel şeyleri algılama yetisine sahip olması, büyük filozofların öğretilerinin tersine, güzellik fikrinin yalnızca zihinsel bir tasarım olmadığını, tersine kendine özgü bir nesnelliği bulunduğunu gösterir; başka bir deyişle, bizi cezbeden güzellik bir hayal değil, gerçektir. Sanat yalnızca estetik algımızın ifadesi değildir; nesnelerin olumlu bir niteliğine karşılık gelir. Uzun açıklamalara gerek yok. Güzellik fikrinin, doğada karşılığı olmayan saf bir zihinsel kurgu olduğu iddiası kabul edilemez. Ruh nedir ki, doğanın kendini bilince çıkarmış hali değil midir? Güzelliği oluşturan şeyler — düzen, simetri, orantı, ton uyumu, renk, hareket, zenginlik, parlaklık, saflık — ölçülebilir, hesaplanabilir, madde ekleme ya da çıkarma yoluyla görünür ya da kaybolur. Atta güzellik koşulları, dayanıklılık, sağlamlık, hız, kas yapısıyla iç içedir; tümüyle fizyolojik, dolayısıyla pozitif niteliklerdir. Bu konuda, bir sanatçının bildiğini veteriner de süvari subayı da bilir. İlk insan, Havva’ya kollarını uzatıp onu yaratılmışların en güzeli ilan ettiğinde, bir hayal değil, ete kemiğe bürünmüş güzelliği kucaklıyordu. Metafizikçileri bu konuda yanıltan, algı yetisini yaratım yetisi sanmalarıdır; insan, güzelliği kendinde ve doğada algılama yetisine sahip olduğu için, onlar güzelliğin yalnızca zihinsel bir varlık olduğunu sandılar. Bu, ışığın körler için var olmaması nedeniyle, onun yalnızca görenlerin zihinsel bir icadı olduğunu iddia etmeye benzer.

b) Elbette güzellik, onu göremeyene göre yoktur; dahası, aynı nesneler, içerdikleri güzelliğe rağmen, herkeste aynı şiddette duygu uyandırmaz. Bu gerçeği inkâr etmiyor, bilakis altını çiziyorum. Ne çıkar buradan? Sanat eserinde sanatçı hem doğadan hem de kendisinden bir şeyler katar; dolayısıyla sanat, nesnel olamaz ama öznel de değildir: kişiseldir, özgürdür, değişkendir. Sanatçı ne kadar özgünse, izleyici de ona karşı o denli bağımsızdır. Bu nedenle çok bilinen ilke doğar:“Renkler ve tatlar tartışılmaz.” Evet, herkesin ortaklaştığı bazı güzellikler vardır; ama çok daha fazlasında görüşler ayrıdır, bu da güzelliğin kuşkulu olduğu anlamına gelmez. Bu farklılık, estetik yetimizin hafıza, zekâ ve duyular gibi kişiden kişiye değişmesinden kaynaklanır. Ayrıca aynı nesneler ya da görünümler herkes için aynı ilgiyi taşımayabilir. Zevkler zamanla oluşur; bir zaman sevilen, başka bir zaman reddedilir; kişi kendini düzeltir. Kimi zaman da en çok sevilmesi gereken kişi ilk başta itici gelir; tutkuyla bağlanan sevgililerin birbirine düşman olması sık görülen bir durumdur. Alceste[6], Célimène’i[7] sevdiğini sanırken, onun flörtçü doğasını fark ettiğinde bile sevmeye devam eder; oysa onun aradığı ne hafif Célimène ne de ağırbaşlı Éliante’tır[8]; ikisinin karışımı, neşeli, akıllı, cazibeli, görünüşte hafif, temelde mantıklı bir kadındır: tıpkı Orgon’un[9] karısı Elmire[10] gibi.

Hayatta en az bir güzel kadını sevmemiş erkek yoktur; bu da tüm kadınların güzel olduğunu varsayar ve ben de bu düşünceye katılıyorum. Ama bu büyüleyici varlıkların arasında genellikle yalnızca biri sizi etkiler; bu da yaşam alışkanlıklarımızın, eğitimimizin, edinilmiş düşüncelerimizin, mizacımızın estetik algımızı değiştirdiğini ve hepimiz için güzellik dünyasını daralttığını gösterir.
c) Daha da hüzün verici olan şu:En güçlü ilk duygular bile kalıcı değildir. Etki geçicidir; alışkanlıkla birlikte hayranlık azalır; tapılan nesne sıradan, tatsız, hatta itici hale gelir. Sanatın tezahürleri, kısa süreli hayranlık uyandıran havai fişekler gibidir; kimse üç gün üst üste izlemez; çoğu bir kez görmeyi yeterli bulur. Bu da ruhsal soğuma, gönül kararsızlığı ve yönsüzlük doğurur. Bu yüzden, yüceyi yüceltirken, onun peşinden gidenin sapkınlıklarına karşı da dikkatli olmalıyız. Estetik yetisi düzensiz olan biri, sürekli yeni bir put arar, zevkleri, modaları, arkadaşları, sevgilileri değiştirir ama hiçbirine bağlanamaz. Bu Don Juan[11] tipidir. Kötü bir huydur bu; çalışmadan, araştırmadan, aileden, haktan ve görevden soğutur; en iğrenç ahlaksızlıkların ve büyük kötülüklerin temelidir.

d) Son gözlem: Bir nesnenin güzelliği genelde onun mükemmelliğinin, gücünün ve iyi oluşunun işaretidir. Platon[12], “Güzel, doğrunun ışığıdır,” der. Ancak bu, sanatçının estetik duyarlılığının bilgi derinliğine veya akıl gücüne işaret ettiği anlamına gelmez; hatta tersidir: Estetik yeti felsefi ruhla ters orantılıdır. Sanatçının kendi alanında zirveye ulaşabilmesi için bu koşul gereklidir. Şüphesiz sanat, bilimi dışlamaz; onunla çelişmesi sanatın düşkünlüğüdür. Bilimi dikkate almak zorundadır; ama onu beklemez. Onun doğuşundan önce hareket eder, onun ilerleyişini aşar, önceden sezer ve hatta cahil çağlarda ya da zayıf zihinlerde bilimin yerini alır. Hukuk ve ahlak için de durum aynıdır: Büyük insanları övmekle görevli bir şair ya da sanatçının estetik gücü, ahlaki sağlamlığının veya dürüstlüğünün garantisi değildir. Elbette, bazı örnek sanatçılar vardır; fakat yine de, ideali arayan kişiler — sanatçı olsun ya da olmasın — genelde en kırılgan kişilerdir. Sanat, doğası gereği adaletten ve felsefeden uzak durmaz; onlarla çelişmekten kaçınması gerekir. Ama sanat, coşkulu hamlesiyle, hukuk ve bilgiye göre çok daha hızlı ilerler: Öne çıkar ve çoğu zaman, gelişmiş toplumlarda bile, hayran ve aşkla dolu ruhlarda hukuk ve ahlakın katı, açık ve zorunlu kuralının yerine geçer.
Sanatın ilkesine ve yapısal koşullarına dair bu genel değerlendirmeler, estetik yetinin, tıpkı felsefi yeti gibi, hem zihne hem nesnelere, hatta gözleme dayandığını (çünkü görünüşlerin bir türüdür) gösterir. Ancak, felsefe gibi eşit yürüyemez; tarihte ve toplumsal algıda üst sırada yer almaz. Sanatın rolü yardımcı olmaktır; bu yeti erkekten çok kadınsı, itaat etmeye eğilimli bir yetidir; gelişimi eninde sonunda hukuki ve bilimsel ilerlemelere bağlıdır. Eğer sanat gelişecekse, bunun nedeni kendi iç gücünden değil, dışsal etkenlerden kaynaklanacaktır. Kendi haline bırakıldığında, doğası gereği kaprisli olan sanat, yalnızca kendi etrafında döner: Hareket edemez, durağanlığa mahkûmdur.
[1] Proudham, P. J., (1865), Du Principe De L’Art Et De Sa Destination Sociale, Garnier Frères, S. 16 – 27
[2] Quintus Horatius Flaccus: (8 Aralık MÖ 65 – 27 Kasım MÖ 8), Augustus döneminin en önemli Romalı şairiydi.
[3] Sisamlı Pisagor: (Pythagóras ho Sámios; MÖ 570 – MÖ 495), Antik İyonya’nın en ünlü düşünürlerinden birisidir. Yunan düşünür ve Pisagorculuğun kurucusudur.
[4] Korint düzeni: Sütun başlarının akantus yapraklarıyla süslendiği ve sütunların bir kaide üzerine oturtulduğu, klasik mimarideki üç düzenden biridir. Dor ve İyon düzenlerinden daha sonra muhtemelen MÖ 5. yüzyılda Atina’da ortaya çıkmıştır.
[5] Akantus ya da akant: Antik Yunan mimarisinde sütun başlarını süslemek üzere kullanılan bir bitki figürüdür. Türkçe adı “Ayı pençesi” olan akantuslar yoğun, kalın, silindirik ve dik çiçekli, dikenli, yüksek, otsu bitkilerdir.
[6] Alceste: İnsan düşmanı ve Célimène’e âşık. (Adamcıl – Mizantrop, 17. yüzyılda Molière tarafından yazılmış bir komedyadır. İlk gösterimi 4 Haziran 1666 tarihinde Théâtre du Palais-Royal’de yapılmıştır. Alceste’de bu komedyanın bir karakteridir.)
[7] Célimène: Yirmi yaşlarında çok genç bir dul. (Adamcıl – Mizantrop, 17. yüzyılda Molière tarafından yazılmış bir komedyadır. Célimène’de bu komedyanın bir karakteridir.)
[8] Eliante: Célimène’in kuzeni. (Adamcıl – Mizantrop, 17. yüzyılda Molière tarafından yazılmış bir komedyadır. Eliante’de bu komedyanın bir karakteridir.)
[9] Orgon: Evin reisi ve Elmire’in kocası olan bu adam, Tartuffe’a olan hayranlığıyla kör olmuştur. Tartüf, ya da Sahtekâr, ya da İkiyüzlü ilk kez 1664 yılında sahnelenen, Molière’in bir tiyatro komedisidir. Tartuffe, Elmire ve Orgon karakterleri en büyük klasik tiyatro rolleri arasında kabul edilir.
[10] Elmire: Orgon’un karısı, Damis ve Mariane’nin üvey annesidir.
[11] Don Juan: Hikâyesi defalarca farklı yazarlar tarafından anlatılmış efsanevi ve kurgusal bir karakterdir. Don Juan ismi mecazi olarak “zampara” anlamında kullanılır.
[12] Platon veya Eflatun: (MÖ 428/427 veya 424/423 – 348/347), Antik Yunan filozofu ve bilgesi.