
BÖLÜM IV
TARİHSEL EVRİM — MISIR: Tipik, simgesel ve alegorik sanat; sanatta topluluğun özgürlüğü ve gücü.[1]
Çeviren: Deniz Gökduman
Buraya kadar söylenenlerden şu sonuç çıkar: Sanat, tıpkı endüstri gibi, kendinde en yüksek amacını ya da sonunu bulamaz; bizde egemen bir yeti değil, bağımlı bir yetidir. Asıl egemen olan adalet ve gerçektir. Adaletve gerçek, vicdan ve bilim, hak ve bilgi; bunlar birbirini tamamlayan, birbirine bağlı ve denk terimlerdir. İnsan yaşamının iki büyük işlevini ifade ederler ve yineliyorum ki sanat ile endüstri, eşit şekilde bunların hizmetine bağlıdır.
Ama sanat adalete ve bilime bağlıysa, nasıl özgür olduğu, özgürlüğün en yüksek ifadesi olduğu söylenebilir? Korkarım ki burada sanatçıların tepkisini çekeceğim; çünkü onlar sanatın tamamen bağımsız olduğu fikrine alışmışlardır ve gücünün yettiğince bunu hem yaşamlarında hem yapıtlarında uygularlar (kırılmasınlar). ‘Sanat özgürdür’ derler; dolayısıyla sanatçı da istediğini yapmakta, konularını seçmekte ve onları dilediği gibi işlemekle serbesttir: Eğer eserleri beğenilmezse, bu onun sorunudur; ama değilse, diğerlerinin sorunudur.
— Sanat neye yarar? Diye soruyorsunuz. Hiçbir şeye: Bir işe yaraması gerekmez; hayal gücüdür. Oysa hayal gücü, hizmet fikrinin yanı sıra ilke, mantık ve kural fikrini de dışlar. — Sanat nereye gider? Canının istediği yere: Her yere ve hiçbir yere. Kelebek nereye gider, meltem nereye gider, rüzgârlar tarafından bir yün parçası gibi savrulan bulut nereye gider? — Sanatın amacı, hedefi nedir? Canınızın istediği her şey, ne isterseniz. Ağlayın, gülün, eğlenin, kıpırdanın ve sonra içinizden gelirse uyuyun: İşte sanatın tümü budur. Bunun dışında kalan mekaniktir, imalattır, zanaattır; hatta daha kötüsü, bilgiçlik taslamak ve yapmacıklıktır…
Ne yazık ki bu sanat dostlarının hafifliğiyle düşünemiyorum: Belki böyle yapsam onlara kendimi anlatmayı daha iyi başarırdım. — Mantığın eli ağırdır ve adaletin hâli her zaman neşeli değildir. Yine de deneyelim.
Varsayıyorum ve ilke olarak koyuyorum ki sanat, özgürlüğün kendisinden daha özgür olmayı istemiyor. Oysa görüyoruz ki, bu her günün deneyimidir, ilerlemenin en kesin işaretidir, haklı olarak gurur duyduğumuz özgürlük, kendimizi gerçeklik ve adalet yasalarından kurtarmaktan ibaret değildir; tam tersine, adil ve doğru olana yaklaştıkça büyür; buna karşılık onlardan uzaklaştıkça zayıflar. Öyle ki özgürlüğün dolgunluğu, hak ve bilginin dolgunluğuyla çakışır; en derin kölelik ise aşırı cehalet ve yozlaşmayla. Öyleyse ben de özgürlüğün özel ve belirgin ifadesi olarak gördüğüm sanat için nasıl farklı olabilir? Kendi içinde ne maddesine ne de mantığına sahip olmayan sanat, her özgürlüğün iki direği olan adil ve doğru olana dayanmadan nasıl ayakta kalabilir, nasıl gelişebilir? Sanat için sanat diye adlandırılan şey, kendi içinde meşruiyete sahip olmadığından, hiçbir şeye dayanmadığından hiçbir şeydir. Yüreğin sefahati ve zihnin çözülüşüdür. Hak ve ödevden ayrılmış, ruhun en yüksek düşüncesi ve insanlığın en üstün tezahürü olarak işlenip aranmış sanat ya da ideal, en iyi parçasından soyulmuş, artık yalnızca hayal gücünün ve duyuların bir uyarıcısı olmaya indirgenmiş hâliyle günahın ilkesi, her köleliğin kökeni, İncil’e göre yeryüzünün bütün zinalarının ve iğrençliklerinin aktığı zehirli kaynaktır. Bu bakış açısıyla edebiyat ve sanat tapınması, tarihçiler ve ahlakçılar tarafından defalarca törelerinin bozulması ve devletlerin çöküşünün nedeni olarak işaret edilmiştir; aynı gerekçeyle bazı dinler, Mecusilik, Yahudilik, Protestanlık onu tapınaklarından yasaklamıştır. Sanat için sanat, dize için dize, üslup için üslup, biçim için biçim, hayal için hayal; bit hastalığı gibi çağımızı kemiren bütün bu boş şeyler, bütün inceliğiyle kötülük, özünde kötülüktür. Din ve ahlaka taşınınca buna mistisizm, idealizm, kuietizm[2] ve romantizm denir: En ince kibrin en derin saflıktan yoksunlukla birleştiği düşsel bir eğilim; ahlakın gerçek uygulayıcıları, Voltaire[3] ve Bossuet[4] de buna bütün güçleriyle karşı çıkmışlardır.
Sanatın özgürlüğünün ya da daha doğrusu sanatsal kişiliğin nelerden oluştuğunu söyledim: Meslek olarak sanatı seçmiş ve yanılgıya düşmekle kendi zararlarına ve saygınlıklarını riske atmakla karşı karşıya olabilecek kişilerin eğitimi için bir kez daha tekrar edelim. Sanatçı, ideali duyumsama ve izlenimini işaretler, jestler, biçimler, betimlemeler, melodiler aracılığıyla başkalarına iletme yetisine son derece üstün bir düzeyde sahip insandır. Oysa düşüncenin sıradan dil aracılığıyla aktarılması ne kadar kişisel olmayan sayılabilirse, sanatçının kullandığı araçlar da o kadar kişiliğinin damgasını taşır. Moniteur koleksiyonu, işte size kişisel olmayan, resmî üslup; Michelet’nin[5] Devrim Tarihi, işte size kişilik, ideal, sanat. Sanatçı kişiliğiyle doğrudan bizim kişiliğimiz üzerinde etki eder; mıknatıslayıcının mıknatıslanmış kişi üzerindeki gücü gibi bizim üzerimizde gücü vardır; bu güç, daha enerjik bir idealizmle, yani daha önceki gözlemlerime atıfta bulunarak söylersem daha özgün bir üslupla, daha çarpıcı biçimler ya da şekiller yardımıyla uygulandıkça o kadar büyüktür; bu da sanatçıda daha büyük bir yaratma yetisi, daha büyük bir özgürlük varsayar. Genç yazar, genç ressam, genç heykeltıraş, bu gücü kendinizde hissediyor musunuz? Sanatsal özgürlüğe sahipsiniz; bunun dışında, unutmayın, yalnızca bir hovarda ve güçsüz birisiniz.
Üstelik olgular, belki de akıl yürütmenin etkisiz kaldığı kişileri ikna etmeyi tamamlayacaktır. Sanat tarihi din tarihine paraleldir: Onunla doğar, kaderini paylaşır; onunla yükselir, alçalır, yeniden doğar ve dönüşür; din genelleşir genelleşmez, dogmalara dönüşür dönüşmez, bir ruhban sınıfı oluşturur oluşturmaz, anıtlar dikmeye başlar başlamaz sanat ona hizmet etmek üzere çağrılır. Peki din nedir? Ahlakın simgeselliği, hakkın ilk biçimi, vicdanın idealist tezahürüdür. İnsan, Tanrı’yı düşünürken kendini hayal eder: Tanrısallığı temsil ettiği biçimler, temelde yalnızca kendisi hakkında verdiği tanıklıklardır; ne kadar dindar, başka bir deyişle ne kadar ahlak duygusu varsa, tapındığı nesneye en iyi duygularının saygısını o kadar sunar, onu o kadar şiir ve sanatla kuşatır. Hatta çok sık olarak, özü itibariyle insan yaşamına dokunan her şeye yayılan, onu bir şan pelerini gibi saran estetik duyarlılık, adeta batıl inanca kapılır; inanan sefil kalır; sanat rahip tarafından ele geçirilir.
Antik Mısır’da insan doğaya gömülüdür; kendini bir tür olarak çevresindeki hayvansallıktan güçlükle ayırt eder; atalarının hayvan olmadığından emin değildir; her hâlükârda kendisini koruyan tanrıların ona hayvansal biçimler altında vahyolduğundan asla şüphe etmez. Dini aynı anda hem hayvan biçimli hem insan biçimlidir: Sanatı da aynı esinlenmeyle ilerleyecektir. Oldukça genç olan, benzetme yoluyla oluşmuş, özünde betimleyici dili; diline göre tasarlanmış, bizim bilmecelerde olduğu gibi kısmen resimli yazı kısmen alfabetik olan yazısı, bu sanata kendi karakterlerini damgalamayı tamamlayacaktır.
Mısır resminde ve heykeltıraşlığında her şey bulunur: Dinî törenler, savaşlar, zaferler, tarımsal ve endüstriyel işler, av, balıkçılık, denizcilik, işkenceler, ev yaşamından sahneler, cenazeler ve hatta düşmanın alay konusu edilen karikatürleri bile. Portre yapıp yapmadıklarını bilmiyorum; manzarayla uğraştıkları anlaşılmıyor. Mısır’ın tarihi ve yaşamı, töresi, düşünceleri tapınaklarında temsil edilmiştir. Sanatın bir topluma anıt ve yüceltme olmak üzere hizmet etmek için girişebileceği hiçbir şey unutulmamıştır: Bu aynı anda hem altı bin yıllık bir süreyi kapsayan tarihsel bir tespit hem de bir tanrılaştırmadır. İşlerin özü ve amaç bakımından Mısır sanatı yüksek görevine sadık kalmış ve hiçbir başka sanattan aşağı kalmamıştır. Peki idealini nasıl ortaya koymuştur? İşte bizi ilgilendiren budur.
Mısır sanatı özünde hiyeroglifler gibi mecazidir, simgesel, alegorik ve semboliktir; bu fikirler için geçerli. Özellikle tipiktir, simetriyi, yöntemi, bazı gelenekleri sever; bu da biçimler için geçerli. Kralların, kraliçelerin, rahiplerin, savaşçıların, sıradan kişilerin, ilk başta portre olarak almaya meyilli olunan bütün yüzleri, basit gravürler üzerinden yargılayabildiğim kadarıyla birbirine benzer: Darius[6], Kambises[7], Batlamyus[8], hatta Tiberius[9] bile Mısır kıyafeti içinde ve Mısır tavrıyla temsil edildiğinde Amenhotep [10] ve Sesostris’ten[11] farklı görünmez. Hep aynı pozlar, aynı fizyonomi, aynı geleneksel ifade. Sanki Mısırlı sanatçılar, yabancı efendilerine üstünlük örneği, insanlığın en asil numunesi olarak gördükleri yerli ırkın özelliklerini vererek onlara saygı gösterdiklerine inanmışlar. Bu onlara verdikleri bir tür vatandaşlık belgesi gibiydi.

Mısırlılar kendi tiplerini mükemmel bir şekilde ortaya koymuşlarsa, savaş ve zaferle tanıdıkları ulusların tiplerini de aynı sadakat ve kesinlikle ifade etmişlerdir: Duvar resimlerinde ilk bakışta yalnızca zenci ve çeşitleri değil, aynı zamanda Yahudi, Asurlu, Persli, Yunan ya da İonyalı, İskit, Germen ya da Galyalı da tanınır; —ama tuhaf olan şu ki, bu kadar iyi karakterize edilmiş bütün bu figürler bir yandan omuzların abartılması, belin incelişi ve uzuvların biraz narin ve uzunca görünümü bakımından birbirine benzer; —bu eski Mısır’da bir güzellik miydi? —Öte yandan başların düzeni bakımından da; genelde profilden gösterilirler, gözler önden görünür; figür önden gösterildiğinde ise ayaklar profilden tutulur: Bu durum, bazı ayrıntıların inceliğine rağmen açıkça sanatın deneyimsizliğini ortaya koyar. Oysa aynı düzenlemeler Hıristiyan çağından sonraki anıtlarda ve İsa’dan iki bin yıldan fazla önceye tarihlenen anıtlarda da bulunduğuna göre, bu tuhaflığın kasıtlı olarak, geleneğe saygıdan korunduğuna ve burada bir güçsüzlük kanıtı değil, gönüllü bir hareketsizlik işareti görmek gerektiğine inanmak için bir neden yok mu?
Buna, simetrinin, yöntemin, en fazla çalkantı gerektiren sahnelerde, savaşlarda, jimnastik egzersizlerinde, hatta hayallerde bile bulunabilen duruş ve jest kurallarının aşırı bir arayışını ekleyin; son olarak, gerçeklik ve simgesellik, tarih ve mitolojinin karmakarışıklığını: Ve Mısır sanatı ile idealizminin genel bir fikrine sahip olursunuz.
Bu genel gözlemlerden sanatın gelişimi için son derece önemli iki sonuç çıkarıyorum. Birincisi şu ki sanat, az çok düzenli bir insan topluluğunda kendini gösterir göstermez toplumsal, siyasal ve dinsel bir görev alır: Mısır’da bu, yazı, tarih, kronoloji, dogma, metafizik, ahlaktan başka bir şey değildir; bunların hepsi az çok şiirsel ve sanatsalca gerçekleştirilmiş temsiller aracılığıyla ifade edilir: İlk ve yüksek öğretim, yurtseverliğin uyarılması, tanrıların tanıklığı, toplumda en iyi olan her şey onun görev alanındadır. İkinci sonuç, birincisinden çok daha az fark edilmiştir: Sanat, bir uygarlık aracı, aynı anda hem siyasal hem dinsel bir araç haline gelir, ruhban sınıfı tarafından yönetilir, sonunda okul oluşturur ve düşüncelerin ortaklığı ile geleneklerin sürekliliği sayesinde yavaş yavaş, onu bireysel düzeyin çok üzerine taşıyan bir kolektif güç kazanır. Örneğin şüphe yok ki Mısır sanatı, ideali, uygulaması ve araçları konusunda gönüllü olarak kendini sınırlamış göründüğü dar sınırlara rağmen, bu kolektif güç sayesinde estetik anarşinin asla üretemeyeceği bir özgünlük ve üslup gücü kazanmıştır. Ne yani! Güçlerin bir araya gelmesi ve fikirlerin katkısıyla bilimin, endüstrinin, savaşın ve siyasetin hangi çabaları ürettiğini biliyoruz ama idealin de aynı şekilde olabileceğinden hiç şüphelenmiyoruz gibi görünüyoruz!…
Mısır sanatının çiçeklenme dönemi uzun sürmüştür; onu esinleyen kurumlar ve kolektif düşünce var oldukça sürmüştür. Genç Champollion[12] onun çöküşünü Batlamyuslar[13] dönemine doğru işaret etmiştir; bu çöküş kaçınılmazdı. Yunanlıların, Perslilerin, ardından Romalıların ve Yahudilerin teması, fikirlerde bir devrime yol açmalıydı; eğer Mısır yaşamaya devam etseydi bu devrim, Mısır sanatının yenilenmesiyle sonuçlanırdı. Ancak devlet parçalanmış, ruhban sınıfı filozofa, dolayısıyla ikiyüzlüye dönüşmüş, kalabalık en aşağılık batıl inançta çürüyorken, ulusal özerklik kaybedilmişken eski Mısır’ın estetik dehasının sönmesi kaçınılmazdı: Bu hüzünlü son, sanat tarihinde tespit edeceğimiz tek son olmayacaktır.
[1] Proudham, P. J., (1865), Du Principe De L’Art Et De Sa Destination Sociale, Garnier Frères, S. 44 – 53
[2] Dinginlik, özellikle Katolik teolojisinde, 1670’lerin sonu ve 1680’lerde Fransa, İtalya ve İspanya’da popülerlik kazanan, özellikle İspanyol mistik Miguel de Molinos’un (ve sonrasında François Malaval ve Madame Guyon’un) yazılarıyla ilişkilendirilen ve Papa XI. Innocentius tarafından 1687 tarihli Coelestis Pastor adlı papalık fermanında sapkınlık olarak kınanan bir dizi tefekkür uygulamasına verilen addır.
[3] François Marie Arouet (21 Kasım 1694 – 30 Mayıs 1778) ya da Voltaire takma adıyla tanınan Fransız yazar ve filozof. Fransız Aydınlanması’nın en önemli filozoflarının başına gelir hatta Aydınlanma hareketinin babası sayılabilir.
[4] Jacques-Bénigne Lignel Bossuet (27 Eylül 1627 – 12 Nisan 1704); Fransız piskopos ve ilahiyatçıydı. Vaazları, söylevleri ve edebi eserleriyle tanınan, parlak bir hatip ve Fransız dilinin edebi üslubunun ustası olarak kabul edilir.
[5] Jules Michelet (21 Ağustos 1798, Paris, Fransa; 09 Şubat 1874, Hyères, Fransa); Fransız tarihçi. Romantik tarihçiliğin en tanınmış isimlerindendir.
[6] Büyük Darius (MÖ 549 – MÖ 485); MÖ 522 – 485 yılları arasında Pers İmparatoru.
[7] II. Kambises MÖ 530-522 yılları arasında hüküm sürmüş Ahameniş İmparatorluğu’nun ikinci kralıdır.
[8] I. Ptolemaios Soter veya Batlamyus (Ptolemaios Soter; MÖ 367 – MÖ 283), Büyük İskender’in bir generali olup onun ölümünden sonra Diadokhlar mücadelesinde öne çıktı.
[9] Tiberius Caesar Augustus, doğumda; Tiberius Claudius Nero (16 Kasım MÖ 42 – 16 Mart 37), Augustus’un 14 yılında ölümünün ardından Roma İmparatorluğu tahtına çıkan ikinci Roma imparatoru.
[10] III. Amenhotep (Yunanca: III Amenofis; Akkad dili Nimmurja), Antik Mısır firavunluğunun XVIII. Hanedan döneminin 9. hükümdarı olarak hüküm sürmüş firavundur.
[11] Sesostris, Herodotos’a göre Avrupa’nın bazı bölgelerine askerî seferler düzenlemiş Antik Mısır kralının adıydı.
[12] Jean-François Champollion (23 Aralık 1790 – 04 Mart 1832); Fransız Eski Yunan ve Latin edebiyatı âlimi, filolog, doğubilimci ve mısırbilimciydi.
[13] Ptolemaios hanedanı ya da Batlamyus Hânedânı, Mısır’da MÖ 305 ile MÖ 30 yılları arasında yönetimde bulunmuş bir hanedandı.
